İslâmî bir siyaset tarzının varlığını tarihsel açıdan sorgulamak, cehalet ve ahmaklıktan kaynaklanmıyorsa ihanetten kaynaklanıyordur.
Gerek Asr-ı Saadet gerek sonraki yüzyıllara bakıldığında bir İslâmî siyasetin varlığı, her tür kuşkudan uzaktır. İki yüzyıldır sürdürülen “müphemleştirme/belirsizleştirme” girişimleri, bu gerçekliğe yenilmiştir, yenilmeye mahkumdur. Müslüman aklı ve İslâmî siyaset gerçekliğini örtbas etmeye çalışan herkes, konumu ne olursa olsun, eninde sonunda rencide olacaktır.
28 Mart’ta Doğruhaber’de “İslâmî Siyaset ve İslâmî Dava!” başlığı altında yayımlanan yazımda, İslâmî siyasetin son iki yüzyılda Müslüman aklınca yeniden inşasını özetle anlatmıştım. Bugünkü analizimde arka plana yönelmeden (A) İslâmî siyasete neden ihtiyaç duyulduğu, (B) İslâmî siyasetin ne olmadığı ve (C) İslâmî siyasetin ne olduğu sorularına cevap vermeye çalışacağım.
A) İSLÂMÎ SİYASETE NEDEN İHTİYAÇ VAR?
“Allah katında din İslam’dır!” İslam, kıyamete kadar geçerli dindir. Dolayısıyla İslam’dan başka insanlığın sorunlarına çözüm yoktur.
Avrupa’da başta vahşeti yumuşatırken ardından kendisi de vahşete yönelen “Orta Çağ” zihniyetine karşı gelişen Batı uygarlığı, daha ilk günden sınıfsal, ardından ırksal ve sonra yine sınıfsal korkunç çatışmalara yol açtı; insanlık soyundan her on kişiden birini katletmesine rağmen adalet ve hürriyet vaatlerini gerçekleştirmedi.
Bu uygarlık, zaman içinde kendisini yenilemeye çalışırken Reformist ve Aydınlanmacı Avrupa burjuvasından, Yahudi azınlığın eline geçti, kimi ihtilaller misali, kurucularından bir azınlığın tahakkümüne sürüklendi, kendi içinde anormalleşti. Eşitlik iddiasıyla vücut bulmuşken “Yahudiler-Evanjelistler-Batı Avrupalılar-Doğu Avrupalılar-Çinliler-Hintliler” gibi yeni bir hâkim insanlık hiyerarşisi oluşturdu. Bugün bu hiyerarşi içinde zulümlerine zulüm katmakta; Gazze örneğinde olduğu üzere, vahşeti teknik imkânlarla derinleştirmektedir. Bu uygarlık, vahşetten çıkmamakla, asla medeniyet düzeyine çıkamadı.
Başta farklı tezlerle çatışmayı normalleştiren Yahudi filozoflar, bugün zulmü normalleştirme kaygısına düşmüşlerdir. Dün, determinizmle, sınıfsal çatışmalar bir kaderdir diyen Yahudiler, bugün zulmü bir kader gibi önümüze sürüyorlar ve “Zulmediyoruz ama söyleyin niye zulmediyoruz!”, “Mutlak adalet yoktur!”, “İnsanlığı mutlu edemedik çünkü mutlak mutluluk yoktur!” gibi bir mazeret söylemi ile kafaları patlatıyorlar.
Bu uygarlık, Avrupa’yı bile mutlu edemedi. Avrupa, onların vaat ettiği siyasal mutluluk (büyük devlet saadeti) uğruna, önce fiilen birbirini kesti, sonra bireysel mutluluk için nüfus planlamaları ve zevkçilik ile soyunu kuruttu. Dünün Avrupalısı, siyasal emellerle ırksal veya sınıfsal savaşlarda ölüyordu, bugünün Avrupalısı, bireysel zevk uğruna henüz doğmadan ölüyor. İnsanlığın diğer coğrafyalarındaki hâli ise gözler önünde.
İnsanlık, farkına var(dırıl)ır da kendine gelirse artık Yahudi zulmünü de Yahudi mazeretini de kabul edemez. Antisemitizm yasaları ise Yahudi uygarlığının iflasının açık delilidir. Dün kendilerini uyaran peygamberleri öldüren Yahudiler, bugün kendilerini uyaran insanlığı cezalandırıyorlar.
Bu uygarlığın, kendi içinde yenilenme seçeneği kalmadığından yarın etkisindeki çoğunluğun Çin ve Hint tahakkümüne geçmesi muhtemeldir. Bu ihtimal, insanlığı tek kelime ile yeni bir Moğol ya da Batı’nın Güney Amerika istilasıyla yüz yüze bırakacak kadar tehlikelidir.
Batı ve Doğu arasında kalan insanlık için çözüm İslam’dır. İnsanlığın bütün kesimlerine seslenen yegane siyaset de İslâmî siyasettir.
Türkiye’nin iç siyasetine gelince 1950’den bu yana yaklaşık yetmiş beş yıldır, Kemalizm’e karşı halka soluk aldıran milliyetçi-muhafazakâr-demokrat siyaset, miadını doldurmuştur. Bu siyaset geçmişte milliyetçi-muhafazakâr-demokratların elinde demode olduktan sonra dindar milliyetçi-muhafazakâr-demokratların yönetimine geçmiş, nihayetinde bütün maharetini göstermiştir. Kemalizm, milliyetçilik ve kapitalizmle bağını koparmayı reddederek müphem kalan bu siyaset tarzı; kimliğindeki bu müphemliğin etkisiyle, suiistimaller ve kayırmalarla kirlenmiş ve terk edilmeye mahkûm kalmıştır.
Bugün hâlâ cephe siyasetinin zorunlu kıldığı ittifaklar önemli olmakla birlikte, Kemalist siyasete ve milliyetçi-muhafazakâr-demokrat siyasete karşı bir yol olarak toplumun özlemini duyduğu ve toplumun sorunlarını çözecek de olan net/saf bir İslâmî siyasettir.
B. İSLÂMÎ SİYASET NE DEĞİLDİR?
İslâmî siyaset, Müslümanların, dindarların hatta İslâmî hedeflere yönelmiş İslâmî kesimlerin “farklı sebeplerle” ve kapsayıcı ifade olarak “maslahat gereği” desteklediği her siyaset değildir.
Örneğin, Kanada’da İslâmî kesimler, Evanjelist Hıristiyanlığa karşı hâlâ iktidarda olan Kanada Liberal Partisi’ni destekliyorlar. Halbuki bu parti de Kanada’nın israil yanlısı devlet siyasetini yürütmektedir. Benzer durumlar, Avrupa ülkeleri ve ABD’de de geçerlidir.
Bunun kendisine has gerekçeleri vardır. Müslüman aklının bu tercihi bu partilerin İslâmî olduğunu göstermeyeceği gibi, Müslüman aklını maslahattan yana tercihlerde bulunmaktan alıkoymak da zannedildiği gibi daha İslâmî olmayabilir.
İslâmî siyaset, daha çok milliyetçi muhafazakâr kesimlerin yöneldiği “dindarca siyaset” değildir. Türkiye’de kimi zaman köklerini büyük bir yanılgıyla, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a dayatacak kadar özden uzaklaşmakta uçlaşan bu dindarca siyaset, bir İslâmî siyaset olmaktan öte, milli-manevi değerlere saygı mahiyetinde bir siyasettir. Ona “maneviyatçı kültür siyaseti” demek de mümkündür.
Kimileri, bunu süreçsel maslahat, kimileri ise İslâmî siyasetin özünden bihaber olduğu için ona yönelmiştir. Bu tarz siyasetin İslâmî siyasetle karıştırılması ise kimi zaman onu yürütenlerin meşruiyet çabasından, kimi zaman geniş maslahat anlayışlarından, kimi zaman ise İslâmî siyasete düşman olanların İslâmî siyaseti muğlaklaştırma ve engelleme çabalarıyla ilgilidir.
İslâmî siyaset, şu veya bu sebeple, herhangi bir dindar şahsiyetin hatta “İslamcı” vasfına sahip kişinin bir başına yürüttüğü siyaset değildir. Bu tür şahsiyetler, farklı sebeplerle her dönemde kimi zaman DSP, HDP, CHP gibi partilerde dahi siyaset yapmışlardır. Tutumların kaynağı kimi zaman şahsi bir tercihe, kimi zaman bağlı bulundukları çevrenin başkalarıyla çekişmesine, kimi zaman ise onların kendilerine ıslah edicilik yönünde büyük bir rol biçmelerinden kaynaklanmıştır.
C. İSLÂMÎ SİYASET NEDİR?
İslâmî siyaset, soyut bir ideal veya bir ütopya değildir. Asr-ı Saadet’te tatbik edilmiş ve İslâmî ihya süreçlerinde tekrar öne çıkmış, günün gerçekliği içinde yeniden varlık bulmuş bir siyaset tarzıdır.
Bu siyasetin son iki yüzyılda “Müslüman aklı” tarafından ihya/güncellenme mücadelesini ve bu yönde hatırlatılan esaslarını analizin girişinde andığım “İslâmî siyaset ve İslâmî dava!” başlığı altında özetle anlatmıştım. O yazıda anlatıların devamı ve izahı bağlamında İslâmî siyasetin bazı esaslarını şu şekilde ifade etmek mümkündür:
1. İstibdat Karşıtlığı
İslâmî siyasetin beşer müdahalesine esastan kapalı olan, Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulmuş, mekân ve zaman üstü evrensel ilkeleri vardır. O ilkeler, İslâmî siyasetin katılığına değil, beşerî suiistimal ve kayırmaya kapalı olduğunu ifade eder.
İslâmî siyasetin temel ilkeleri, beşerin beşer üzerinde mutlak bir iktidar kurmasını engeller, bütün beşerleri Allah’ın kulları olarak bir hizada tutar. Dolasıyla İslâmî siyaset hem despotizme hem kurumlar istibdadına karşıdır. Bireysel diktatörlüğü reddettiği gibi, demokratik rejimlerde görülen kurumlar diktatörlüğünü de reddeder.
2. Güncellenmeye Uygunluk
İslâmî siyaset, 1’de ifade edilen esaslar dışında bütün asırlarda, mekân ve zamanın gereksinimlerine göre güncellenmeye açıktır.
3. Netlik
İslam’ın imanı “yâkinî”dir. Yani kesinlik arz eder. İslam’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim, “Her tür kuşkudan uzak bir kitaptır”. İslam, özünde ve pratiğinde din-i mübindir, yani açık dindir. Bu mahiyette İslâmî siyaset, açık bir siyasettir, kötü niyet ve zulmün kaynağı müphemliğe, suiistimale açık bulanıklığa kapalıdır.
4. Din ve Dünya Birlikteliği
İslâmî siyaset, İslam’ın bütünlüğünün bir karşılığıdır. Müslümanlar, tamamen dünyevi bir öğüt/emir gibi görünen ticaret ile ilgili bir ayeti, İslam’ın en temel ibadeti namazda okurlar ve namazları makbul olur. İslam’da din ve dünya, dünya ve ahiret birbirinden ayrılamaz. İslâmî siyaset, bunun karşılığı olarak bütüne hitap eder.
5. Adalete ve Sosyal Adalete Bağlılık
İslâmî siyaset, bir adalet siyasetidir. Bu adaletin bir yanı, “yargısal (kaza)” adaletidir, diğer yanı sosyal adalettir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”
İslâmî siyaset ne yargısal adaletten ne de sosyal adaletten ödün vermeyi kabul etmez. Bu, İslâmî siyaseti her tür kayırmadan uzak tutar.
6. Etnik Kayırma
İslâmî siyaset, dışa seslenme açısından evrenseldir. Müslümanlar arasında ise bir birlik siyasetidir. Mesajında bütün insanlığa seslenirken hükmettiği alanda asli unsur olarak Müslüman toplumu tanır. Müslümanlar arasında üstünlüğü takvada bilir. Etnik üstünlüğü reddeder. Bu mahiyette, bugünden bakıldığında salt etnik tercihlerle açıklanamayacak olan, Emeviler Devri’ndeki Mevalî politikası dahi reddedilmiştir. İslâmî siyaset, bu tür kayırmalar gibi, bireysel kayırmaları da reddeder. “Rüşvet veren de alan da melundur.” Hadis-i Şerif’i bireysel kayırmalara karşı net bir duruşu ifade eder.
7. Ötekiyi Korumak
İslâmî siyaset, gayrimüslimleri birer ümmet sayar ve onların haklarını hem cemaat hem birey olarak korumayı vazife bilir.
8. Dezavantajlı Sınıfların Korunması
Farklı çağlarda gençler, kadınlar, işçiler gibi dezavantajlı sınıflar ortaya çıkar. İslâmî siyaset, günün gerçekliği içinde bu sınıflardan hangisi veya hangileri daha çok dezavantajlı konuma çıkmışsa onu veya onları öne çıkarabilir, zulme karşı duruşunu ve sosyal adalete bağlılığını onlar üzerinden ifade edebilir.
9. Maslahata Uygun Serbest Piyasa Ekonomisi
İslâmî siyaset, ekonomide daha ilk günden ne tam bir devletçi tutum takınmış ne de tam bir liberal yol izlemiştir. İslâmî siyasette esas olan serbest piyasa ekonomisi olmakla birlikte İslâmî siyaset, maslahat gereği buna sınırlamalar getirebilir. Serbest piyasa ekonomisi İslâmî siyaseti sosyalist siyasetten ayırdığı gibi, bu sınırlamalar ve faizi reddediş, İslâmî siyaseti kesin olarak kapitalist siyasetten de ayırır.
10. İsraftan Uzaklık (Zühd)
Kur’an-ı Kerim, müsrifi şeytanın kardeşi olarak tarif eder. İslâmî siyaset, bu sakındırma doğrultusunda ister devlet başkanının şahsi yaşamı ister devlet kurumları olsun idarede her tür şatafatı ilkesel olarak reddeder. Zühd, İslâmî siyasette bir tercih değil, zorunluluktur. Esastan bir ilkedir.
İslam dünyasında daha çok Emevî köşkleri ile ifade edilse de Sâsânî geleneğine dayanan saray şatafatı asla kabul görmemiştir. Nitekim İslâmî ihya dönemlerinde Ömer b. Abdülaziz, Nûreddin Zengî-Selahaddin Devri ve Osmanlı’nın ilk devrinde asla şatafatlı saraylara asla yer yoktur.
11. Kalkınmayı Önemseme
İslam hem din hem medeniyettir. İslâmî siyasetin icra edildiği her yer tabii bir kalkınma yaşar. Dolayısıyla İslam dünyasında kalkınmanın geri kalması doğrudan İslâmî siyasetin terki ile alakalıdır. Kalkınmayı ihya, İslâmî siyasetin ikincil değil, temel hedeflerindendir.
12. İslam’ı Yayma ve İslam Düşmanları İle Mücadele
İslâmî siyaset, İslam’ı içerde irşad ve dışarıda tebliğ eder. Müslümanların sorunlarıyla ilgilendiği gibi, İslam ve Müslümanlara karşı her tür tehdidi doğrudan kendisine yönelmiş bilir ve onunla mücadele eder. Bu mahiyette, Ümmetin sorunlarıyla ilgilenmek ve İslam’ın yeryüzüne yayılmasına katkı sağlamak, İslâmî siyasetin esaslarındandır.