Uluslararası güçler, dünyanın en ücra noktasındaki çobanı da balıkçıyı da kendi reayası gibi görüyor; kendini onun yoksulluğundan sorumlu tutmuyor ama onu kontrol altına almak ve onun kazancına ortak olmak istiyor.
Kıbrıs probleminin ağırlaştığı 1960`lı yıllarda 27 Mayıs ihtilalcilerinin desteğiyle bir süre başbakanlık yapan eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, “Ben bir proje hazırlıyorum, daha sonucu öğrenmeden Washington`un haberi oluyor. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington`a ulaşıyor. Sonucu kendi memurumdan önce Amerikan büyükelçisinden öğreniyorum” demiştir.
Mısır`da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi`ye karşı yapılan gösterilerin günlük programını adeta İngiliz BBC kanalı oluşturuyor. Kanal muhabirleri göstericilerle her gün neredeyse bir bir konuşup görüş alarak onlara bir sonraki günün gösterisi için enerji ve talimat veriyor.
Bir devletin memurları nasıl oluyor da Cumhurbaşkanından aldığı bir emri başka ülkelerin istihbaratına ulaştırıyor? Bir ülkenin halkı nasıl oluyor da bir dış gücün haber kanalına göre vaziyet alıyor, kendi cumhurbaşkanına karşı gösteriler düzenleniyor?
Bu soruların cevabı, modern çağ gerçeğinde gizlidir.
Uluslararası güçlerin devletlerle ilişkisi açısından modern çağ ikiye ayrılıyor. 1960`lara kadar uzanan birinci dönemde uluslararası güçler, toplumları milli şeflerin eliyle yönetiyordu. 1960`lardan önce başlayıp bugün de devam eden II. Modernizm sürecinde ise gittikçe artan bir müdahalecilikle artık uluslararası güçler toplumları milli şeflere bırakmıyor, yönetici kadroları kendilerine mahkûm etmek için toplumları bizzat kendileri yönlendirmek istiyor.
Bu, ulusal şeflerden bıkan halkların yönetime katılma talebi neticesinde uluslararası güçlerin devletler üzerlerindeki iktidarlarını kaybetmemek için geliştirdikleri bir stratejidir.
Eskiden ulusal şefler birer “eyalet valisi” konumundayken bugün dış güçlerin desteğiyle toplum idaresine atanmış kişilerin kendi toplumları üzerindeki tasarrufları bir belediye başkanının tasarrufunun bile altına düşürülmek, “devlet yönetenler” birer genel müdür düzeyine çekilmek isteniyor.
Uluslararası öğrenci hareketliliğinin ardından uydu yayıncılığı ve internet, milli sınırları deliyor; uluslararası güçlerle toplumlar arasındaki engelleri ortadan kaldırıyor; bireyleri kendi ulus devletinin vatandaşlığından koparıp “dünya vatandaşı” kisvesi altında doğrudan kendisine bağlıyor.
İktidar olmak için “Kamuoyu desteği” denen koltuk zorunlu görülüyor ve uluslararası güçler o koltuğu kendi ellerinde tutmak için taktiklerini sürekli yeniliyor.
Eskiden “İdarecilerimiz dış güçlerin sözünü dinliyor” gerçeği söz konusu iken bugün “Toplumumuz, dış güçlerin sözünü dinliyor” gerçeği söz konusudur.
Eskiden siyasi hareketler yurtlarını, devletlerini kurtarma ve koruma derdindeyken bugün toplumlarını kurtarma ve koruma kaygısı ağır basıyor.
Bu, Deccal`ı anımsatan uluslararası güçlerin inşa ettikleri bir “sosyal iktidar”dır.
Geçmişte Müslümanlar kendi coğrafyalarındaki devlet iktidarlarının dışa bağımlılığından şikâyet ederlerken bugün “Müslüman toplumlar, kendi bireylerinin dışarıya bağlılığından, dışarı tarafından yönlendirilmesinden şikâyet eder duruma düştüler.
Bu “sosyal iktidar” etki alanını o kadar genişletti ki devlet idaresinin dışarıya bağlılığı, ulusal başkentlerin işlevsizleşip siyasetin küresel güç merkezlerine kayması bir yana artık aile reisi bile evin gerçek reisi değil, belki evin bir mahkûmudur. Aile bireyleri yaşam tarzları konusunda aile reisini değil, televizyonları dinliyor, onun iktidarını sorguluyor, internetteki öğütleri onun öğütlerinden üstün buluyor, hatta her gün internetteki öğütleri ona aktarıp bir “eski kafalı” adam olarak onu “çağa uydurmaya”, onu da bir “dünya vatandaşı” yapmaya çalışıyor.
SAĞ VE SOLUN SOSYAL İKTİDARI
Fransız ihtilalinde kral ve gelenek yanlıları meclisin sağında, devrimi yapan burjuva ise solunda oturduğundan gelenek yanlılarına sağcı, ihtilal yanlılarına solcu denmiştir. İki kavram zamanla genişlemiş ve soğuk savaş döneminde Amerika yanlılarına sağcı, Sovyet Rusya yanlılarına solcu adı verilmiş.
Modernizmin sağı da solu da sosyal iktidarla ilgilidir. Ancak uluslararası bir yanıltmayla devletlerin sınırlarını aşarak toplumların içinde bir “sosyal iktidar” oluşturma girişimi sadece sola özgü bir çaba olarak gösterildi; sağın uluslararası güçlerin “sosyal iktidarı”na aracı olma ihtimali gözden kaçırıldı.
Sol, soğuk savaş sürecinde dinin yerini alarak daha doğrusu “beşeri bir din” mahiyetinde bir “ideolojik ümmet” olarak dünyanın dört bir yanında teşkilatlanıyor, farklı toplumlardan insanları Sovyet Rusya ve Çin`in hedefleri doğrultusunda kendi devlet yapılarının ötesinde ve rızası dışında kullanıyordu. Bundan hiçbir kuşku yoktu. Sol, bu konuda kendisini sürekli ilan ediyordu.
Sosyalistler, uluslararası sosyalist cephenin bir unsuru olmaktan gururla söz ediyordu.
Aynı süreçte sağ ise daha çok her toplumun milli ve bağımsız yapısı, sola karşı duran geleneksel özü olarak tanıtılıyor; sağcı diye bilinen güçlerin uluslararası güçlerin çıkarları doğrultusunda teşkilatlanma girişimleri yok sayılıyordu.
Oysa bu yöndeki çabalar, II. Dünya Savaşı`nın hemen ardından başladı, “toplumların mukaddesatını koruma” adı altında halkların gözünde meşrulaştırıldı. Sovyet Rusya`nın dağılmasından hemen sonra ise dünyanın en yaygın örgütlenme ağı haline geldi. Bugün dünyadaki sağ iktidarların neredeyse hepsi “liberal güçler” gibi adlar altında buluşmalara katılıyor ve pek çok ülkeden “sosyal demokrat” partileri de içine alarak “dünya düzeninin” jandarmalığına katkıda bulunuyor.
Bütün dünya için geçerli olan bu gerçeğin ışığında bakıldığında Türkiye-Amerika ilişkileri daha iyi anlaşılıyor.
TÜRKİYE - AMERİKA İLİŞKİLERİNDE FİİLİ SÜREÇ
Türkiye-Amerika ilişkileri, bizzat Osmanlı – Avrupa ilişkileri gibi önce fiili bir durum olarak gelişti.
1. Dünya Savaşı`ndan sonra bir kısım Türk aydını, Anadolu`nun kayıp edileceği endişesine kapıldı. ABD Başkanı Wilson`un her toplumun kendini yönetme hakkı ilkesinden beklentiye girerek Yunan işgaline karşı Amerikan mandası olmayı savundu.
Kurtuluş savaşının başarıya ulaşması ile bu düşünce bir kenara atıldı. Amerika`da o süreçte dünya sorunlarına ilgisiz kalarak dünya jandarmalığı için İngiltere`den nöbet devri bekledi.
2. Dünya Savaşı`nın ardından Sovyet tehdidinin hissedilmesiyle Türkiye bir arayış içine girdi ve Sovyet işgaline uğramaktansa İngiltere`nin liderliğini Amerika`ya bıraktığı Batı Bloku içinde yer almaya karar verdi.
Bu sadece askeri ve siyasi bir karar görünümündeydi, devleti elinde tutan ulusalcı elit bundan bir sosyal sonuç çıksın istemiyor gibiydi. Ne de olsa ABD`nin Sovyet Rusya gibi sistematik bir ideolojisi yoktu, dolayısıyla onun Türkiye içinde sosyal bir iktidar kurması daha küçük bir ihtimaldi. Elit sınıf yine de tedbiri elinden bırakmadı, Amerika`nın toplum içinde kurmak istediği iktidara karşı sol ideolojiyi yer yer şiddete dönüşme riskini bile göze alarak destekledi.
Bir yandan “çağdaş uygarlığın” bir kanadı olarak solun toplumu modernize etme (imandan-dinden uzaklaştırma, geleneğe düşman etme) işlevinden yararlandı; öte yandan solu Amerika ile ilişkileri dengede tutmak için bir araç olarak kullandı. Bununla birlikte Amerika`ya karşı sosyal bağları denetleme, Amerika içeride adam arıyorsa, bu adamların kendi yapısı içinden çıkması için girişimlerde bulunma çabalarına devam etti. Bu çekişme yakın bir döneme kadar sürdü.
ABD`NİN SOSYAL İKTİDAR ÇABASI
Türkiye, NATO`ya kabul ve orada kalıcılık için iki şey yaptı: Daha üyeliğe alınmadan Batı Bloku ordularını desteklemek için Kore`ye asker gönderdi ve 1952`deki üyelikten hemen sonra da kendisiyle İslam dünyası arasına mayın tarlası döşedi.
1924`ten beri ördüğü fikri engeli, mayın tarlası ile simgesel bir fiziki engele dönüştürdü. (Doğu Bloku ile Batı Bloku arasındaki simgesel engel Berlin Duvarı çoktan yıkıldı ama dünyanın en verimli topraklarındaki mayın tarlalarımız hâlâ yerinde duruyor.)
Amerika ise bir NATO üyesi olarak Türkiye`ye iki yardımda bulundu:
İlkokul öğrencilerine dağıtılmak üzere kuru üzüm, çerez verdi.
NATO tesislerinde yetiştirmek üzere askeri öğrenci kabul etti.
Menderes günlerinin bolluğunda Türkiye`nin ne Amerikan kuru üzümüne ihtiyacı vardı ne de askeri eğitim açısından Batı`dan geride olmayan Türkiye`nin askerini Amerika`da eğitmeye.
Ama yıllar sonra bir yazarın “Hepimiz, Marshall yardımı Amerikan kuru üzümleriyle büyümüş çocuklarız, Amerikan meyli bilinçaltımıza yerleşmiş” sözünde dile getirdiği gibi bu yardımlar Amerika`nın üst ve alt iktidara, hem devlet hem toplum iktidarına sahip olma girişiminin simgeleriydi.
1960`lı yıllardan itibaren ABD çok sayıda sivil öğrenci de aldı. Ülkenin sadece sağı için değil, solu için de burs ayırdı. Bülent Ecevit, Deniz Baykal o burslarla bir süre eğitim aldı. Demirel, Özal, Çiller orada yetişti. Özal ve Çiller bilinmez ama diğerleri muhtemelen, devleti elinde tutan ulusalcı elitin “Amerika adam mı yetiştirmek istiyor, bizden birilerini yetiştirsin” diye sunduğu kişilerdi.
Bunlar yönetime geldiklerinde bağlı oldukları yapı ile Amerika arasında müthiş bir denge sağladılar. Bir yandan o yapıları tatmin ettiler, devleti yöneten elit sınıf onların aracılığıyla devlet içindeki konumunu korudu; öte yandan Amerikan çıkarlarına da hâlel getirmediler. Amerika`nın sosyal iktidarının üzerinde de müthiş bir perde oluşturdular, o iktidarın gelişimini ustalıkla gizlediler. Amerika bu süreçte milliyetçi çevrelerle de özellikle NATO`da eğitim almış askeri öğrenciler üzerinden sıkı bir bağ kurdu.
Soğuk Savaş sürecinde Amerika devletlerle ilişki anlamına gelen makro ilişkiyi (üst ilişkiyi) kendi üstlenmiş; mikro ilişkiyi yani bireyleri modernize etme işini her fırsatta üniversite ve kültür çevrelerine Fransız nişanları dağıtan Fransa ve Nobel ödüllerini veren İsveç gibi Avrupa ülkelerine bırakmıştı. Askeri ve siyasi ilişkileri kendi kuruyor, sosyal demokratları kollayacak şekilde bir sosyal düzenlemeyi Avrupa`ya bırakıyordu. Oysa bugün neredeyse her şey Amerika`ya kaydı. Artık büyük romancılar da Amerika`dan çıkıyor. Dünyanın dört bir yanında hayat Amerikanlaştırılıyor.
ABD, 1924`te siyasi hayattan olduğu gibi bürokrasiden de silinen Türkiye`nin dindar çevreleriyle belki “dindar da olsa milliyetçi` diye kodladıkları hariç hiçbir bağ kurmadı. Komünistlerin bile insan haklarına sahip çıktı ama dindarlarla ilgili hiçbir hak ihlaline karşı girişimde bulunmadı. 90`lı yıllarda ise israil`in önünü iyice açarak dindarları, adeta onun ulusalcı elitle kurduğu “vicdana” terk etti. Tabiri caizse dindarları canından bezdirdi. Buna rağmen onların iktidarını kaçınılmaz görünce geri adım atmak durumunda kaldı.
ABD, dindar kesimlerin Türkiye`de iktidar olmasını hiçbir zaman istemedi. Ancak fiili bir durumla karşılaşınca Türkiye`deki ve İslam dünyasındaki çıkarlarından olmamak için iktidar edasıyla ilişki kurdu ve devamında iktidarla ilişkisini kalıcılaştırma yolunu aradı.
Bugün ABD için hâlâ büyük problem, dindar kesimlerin (dindar halkın) onu asla sevmediğinden emin olmasıdır. Buna karşılık modern kesimle kurduğu bağın da kopmasından endişe ediyor. Bu, onun için istenen bir durumdur, demek mümkün değil. O, bu kaçınılmaz durumdan bir yandan azami yararlanmaya çalışıyor, öte yandan bu çelişkili durumdan kurtulmanın da yolunu arıyor.
Türkiye`deki siyasi gelişmeler, bu karmaşık ilişkiler ve vaziyetler göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz.