Miladi 19. yüzyılın başında İslam dünyası bir yenilgi sürecindeydi, maddi bir çöküntü içindeydi. Yüzyılın sonlarına doğru “kurtuluş” düşünceleri şekillendiğinde bütün kesimler, yaşanan vakanın ağır bir çöküntü olduğunu kabul ediyordu. Bu konuda tam anlamıyla bir ittifak vardı. İhtilaf, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceği ile ilgiliydi.
20. yüzyılın başında ayrıntılar bir kenara bırakıldığında iki ana akım öne çıktı:
Birincisi, İslam dünyasının kendi gerçeği içinde kalkınabileceğini ifade ediyor, çözüm olarak manevi yönden İslami bir yenilenmeyi, maddi yönden ise Batı`dan teknolojinin getirilmesini öneriyordu.
İkincisi akım ise Batı`ya her konuda teslim olmayı savunuyordu.
Kendi gerçeği içinde kalkınma, özünden kopmadan selamet bulma fikri, hem mantığa daha uygundu hem de başka ülkelerin tecrübesi bunun daha iyi bir çıkış yolu olduğunu gösteriyordu.
Teslimiyet fikri ise hem insan onuruna yakışmıyor hem bir iç çatışmayı kaçınılmaz kıldığından enerji ve zaman kaybı anlamına geliyor.
Akıl, İslami kesimlerden yanaydı, toplum İslami kesimlerden yanaydı, hatta Osmanlı sarayı da özellikle sultan II. Abdülhamit döneminde İslami kesimlerden yanaydı. Görünüşte de olsa, Almanya gibi güçlü bir Batı ülkesi de Avrupa`daki güç yarışı ve dünyada yeni ortak arayışı içinde İslami kesimin tezine yakın duruyordu.
Toplum; Müslüman kalacak, İslam`ın emirlerine daha çok sarılacak, manevi bir tecdidi yaşayacak. Bir de teknolojik kalkınma sağlandı mı Müslümanlar yeniden bir dünya gücü olacak. İngiliz, Fransız ve Rus genişlemesi duracak.
Bu düşünceleri ifade eden İslami kesimler için ana gaye (misyon) açıktı: Müslümanların toparlanması ve güçlenmesi... İstanbul, Kahire ve Hindistan`da yeterli entelektüel birikim de vardı. Hatta 20. Yüzyılın başlarında buralardaki İslami bilgi birikimi ve proje üretimi, bugün olduğundan çok daha ilerideydi, diyen biri asla yanılmış olmaz.
Sanılanın aksine, okullu kesim dediğimiz sınıf içinde de İslami tezi savunanlar, Batı`ya kayıtsız şartsız teslimiyet tezini savunanlardan daha çoktu.
1920 – 1923 Büyük Millet Meclisi tutanaklarını ve o dönemde çıkarılan kanunları inceleyenler, gerek bilgi birikimi gerek sayısal çokluk açısından İslami kesimin açık bir üstünlük içinde olduğunu açıkça görebilir. (Öyle ki Meclis, hiç zorlanmadan Ankara` da içki yasağı kanunu çıkarmıştı.)
Özetle İslami kesimler, nitelik olarak da nicelik olarak da öndeydi. Batı`ya teslimiyeti savunanlar için “içimizdeki bir avuç Batı hayranı” ifadesi sıklıkla kullanılıyor, onların ne kadar az ve önemsiz olduğu vurgulanıyordu.
Ama netice ne oldu? İnsana, bu kadarı da olmaz dedirten kahredici bir hezimet… Kurtuluş bekleyen Müslüman halk, bir anda kendini bir dizi yasakla yüz yüze buldu. Savaş boyunca kendisine kurtuluş önderliği yapan alimler darağacına gönderildi.
Neden?
Bunca İmkan varken niçin mağlubiyet? “Bir avuç Batı hayranı” denerek küçümsenen kesim nasıl oldu da galip geldi? İslami kesimlerin önünde merdiven varken neden sura çıkanlar onlar olmadı? Gemi varken bu denizde niye yol alınmadı?
HER YENİLGİ DIŞ SEBEPLERLE AÇIKLANAMAZ
İslami kesimlerin yenilgisinde dış sebeplere bakarsak şunu diyebiliriz.
Uluslararası güçler, Batı`dan teknolojjyi alıp kendi gerçeği için de kalkınacak bir İslam dünyasının -Japonya örneğinde olduğu gibi- hızla gelişeceğini gördüler, evrensel bir medeniyete sahip olmayan Japonya`dan farklı olarak bunun gelecekleri için tehlikeleri olduğunu düşündüler. Bu nedenle kurtuluş sürecini saptırma yoluna gittiler. Batı`ya kayıtsız şartsız teslimiyeti savunarak İslam`a karşı yürütülen savaşın bir iç ortağı haline gelen kesimleri parasal açıdan desteklediler, medya güçlerini kullanarak onları “kurtuluş cephesi” diye halka tanıttılar, onların öne geçmesini sağlayarak İslam dünyasına en az yüz yıl kaybettirecek bir projede başarıya ulaştılar.
Bu, kesinlikle doğru. Ancak hep dışarıya bakmanın yanlış olduğu da ortada. Sadece dışarıya bakma alışkanlığı bir tür kolaycılıktır. Sorumluluğu azaltan, iç ihtilafı engellediği için kolay benimsenen, dışa karşı birlikteliğe katkısı olduğu için sürekli üretilen bir kolaycılık… Doğruya denk gelen değil, ihtiyaç duyulan bir kolaycılık…
Bu konuda düşman, düşmanlığını yapar. Düşmandan şikayet olmaz. “Ya Müslümanlar, niye bu sürece karşı tedbir almadılar?” sorusuna cevap vermek gerekir ki vaka bütün yönleriyle açığa kavuşsun.
BİLİNEN SEBEPLER
İslam alimleri, koca bir İslam dünyasının “içimizdeki bir avuç Batı hayranı” eliyle gayr-i resmi bir işgale terk edilmesine sebep olarak cehalet, ittifaksızlık, yoksulluk demişler. Bunların hepsinin payı var. Ama bunlardan başka ve bunlardan çok daha yıkıcı bir sebep var. Bunların her biri “yarım sebeplerdir” yani toplumun sadece bir kesimi ile ilgilidir. Ama öyle bir sebep var ki toplumun bütün kesimlerini ilgilendiriyor.
O dönemde İslami eğitim kurumları tükenme noktasına geldiğinden Müslüman kitleler eğitimsizdir. Kimi araştırmalara göre o dönemde 200 – 300 yıl önce Batı Afrika Müslümanları arasında bile okuma oranı Avrupa`da sıradan halkın arasında olduğundan çok daha ilerideyken o dönemde merkez İslam dünyasında bile sıradan halk arasında okuma oranı oldukça düşmüş. Yatırım eksikliği ve sürekli savaşlar halk arasında okuma oranını oldukça altlara çekmiş. (örneğin Siirt`in bereketli medreseleri 19. yüzyılın ortalarından sonra bitme noktasına gelmiştir.)
Ancak üst sınıf İslami kesim, o günlerde belki bugünlerden çok daha eğitimlidir. Bugünkü düşüncelerin çoğu, o gün yazılan eserlerden alınmadır veya o eserlerin şerhi niteliğindedir. O gün yetişen alimler, bugüne de üstadlık yapıyor. Bunun böyle olduğunu anlamak için evinizdeki kitaplıkta yer alan eserlerin ne zaman ve kim tarafından yazıldığına bakmanız yeterli. Ama daha ileri bir gidin. 20. yüzyılın başında İstanbul`da yayımlanan İslami dergilerden birkaç sayı okuyun. O bilgi birikimi karşısında hayrete düşeceksiniz. O günün adı duyulmayan yazarları bile sonraki dönemin çok ilerisindeydi. (Yıllar önce mesleğim gereği bu yönde yaptığım bir araştırma hakkında o dönemi bilen deneyimli bir meslektaşımla konuştuğumda “Şaşılacak bir şey yok. Onlar, İslami dönem gür ağacının dallarıydı. Sonrakiler ise köksüz birer fidan.” demişti.)
Yokluk da büyük ve asi bir problem. İslam âlimlerinin dokunmaya bile çekindikleri bir baş belası… İslami kesimlerin 40-50 yıl önce kadar bile tirajı yüz bini bulacak bir gazeteyi besleyecek birkaç zengin bulamadığı düşünülürse yokluğun nasıl bir engel teşkil ettiği ortada…
İttifaksızlık biraz daha yüzeysel kalıyor. Zira 20. yüzyılın başında İslam dünyasının en büyük yenilgiyle yüz yüze kaldığı o günlerde belki İslam dünyası en büyük sosyal ittifakı, toplumsal gönül birliğini yaşıyordu. İttihad-ı İslam kampanyasının oldukça canlı olduğu o süreçte İslam dünyası belki tarihinin hiçbir noktasında görülmemiş bir mezhep ötesi yardımlaşma içindeydi. Hindistan ve Irak Şiilerinin Osmanlıya desteği, hem de öncü desteği bunun en açık kanıtıdır. O gün her nerede ve hangi fikirden olursa olsun “Ümmet” demeyene hiç kimse itibar etmiyordu.1917`den hemen sonra Azerbaycan`da toplanan komünistler bile İslam Ümmeti kavramını kutsar görünüyorlardı. Çünkü böyle olmazsa İslam dünyasının onları meşru görmeyeceğini düşünüyorlardı.
Müslüman halklar, eğitim durumu ne olursa olsun o günlerde İslami hassasiyeti olan önderleri sevecek, İslam`a karşı olanlardan ise nefret edecek kadar ilim sahibiydiler.
Müslüman halklar, kendileri aç kalsa da Allah yolunda savaşan askerleri aç bırakmayacak kadar varlık sahibiydiler.
İslam`a düşkünlüğü, onun bilgi eksikliğinin fedakârlığı da onun yoksulluğunun açtığı eksikliği kapatıyordu.
Müslüman halk Allah`ı seveni seviyor; Allah için savaşanı destekliyordu.
Bu sevgi ve destek “Batı hayranı bir avuç adamın” asla bulamadığı büyük bir hazineydi. Bulunmaz bir güç kaynağıydı.
Öyleyse bu hazine niye bir kurtuluş getirmedi? O ağır yenilgiye o adanmışlığa niye engel olamadı?
1922-1924 Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanakları ve bu tutanaklarla ilgili araştırmalar bu soruya net bir cevap veriyor: Kurumsuzluk.
“Batı hayranı bir avuç adam” denenler, sayıca az da olsalar kendi kurumlarını oluşturmuşlar. Bu kurumlaşma sayesinde onların üç ‘1`i , ‘111` olmuş. Büyük bir İslam birikime sahip alim ve eşrafın ise ‘111`i, yüz on bir tane ayrı ayrı ‘1` olarak kalmış. Bu yüz on bir tane ‘1` arasında sanılanın aksine en büyük gayede (Misyonda) ihtilaf yok, yakın dönem projeleri(vizyon) konusunda da ihtilaf yok. Ancak onlar bu sosyal ittifakı siyasi bir güce; kararlara yön verecek siyasi bir enerjiye dönüştürecek bir kurumdan yoksundular.
İslam dünyasının geleneksel kurumları zayıflatmıştı, ya da günün ihtiyaçlarına cevap veremiyordu. Zayıf kurumları güçlendirmek ve birer teknik araç olmaktan öte(fıkhi ve akidevi anlamda) farklı bir özelliği olmayan yeni kurumlar oluşturmak gerekiyordu. Ne var ki Müslümanların kurum kültürü körelmişti. Güç sahipleri onlara engel çıkarıyordu ve onlar bu engeli aşacak yollardan yoksundu.
İnsan o güne baktıkça böyle bir çokluk, üstelik bu nitelikli çokluk nasıl oluyor da bu kadar etkisiz kalıyor, diye hayret ediyor.
“Bir avuç Batı hayranı” Batının modern kurum kültürü üzerine otururken İslami kesimler o modern kurumlara karşı eli kolu bağlı duruyor. Öyleki 40-50 yıl sonra bile bir kurum oluşturulduğunda onun başına İslami şuuru yüksek biri bulunamadığından ehven-i şer tipler tercih ediliyor ve onlar şerrin ta kendisinin bir dalı oluyor.
Filistin`de El-Fetih içinde Yaser Arafat`ın, Cezayir`de ulusal solcu tiplerin, Tunus`ta Habib Burgiba`nın, Pakistan`da M. Ali Cinnah`ın başa geçme nedenleri hep budur. Hikâyenin özeti şu olmuş adeta: “Onlarda iman yok, bizde kurum kültürü. Toplum imansız biri ya da imanı zayıf biri tarafında idare edilebilir ama idaresiz olamaz. Madem öyle bunlara bir süre razı olalım.” İnanmak güç, ama geleneksel kesimin yaklaşımı bu olmuş ve hatta kimi bunu ‘aç kalınca domuzun etini yemek zorunda kalmakla` bile açıklamaya kalkışmış.
Hayır, Müslümanlar o kadar cansız değil, o günde de değildiler. Arafatları, Burgibaları, Cinnahları tercih edenler doğru yapmadılar.
İslam dünyası bu gerçeği çoktan anladı, bunun için artık İslami kesimler her alanda kendi kurumlarını inşa ediyor. Selameti, orada görüyor.
Siyasette alternatif olmak, İslam dünyasının bu kurumlaşma çabasına ortak olmakla mümkündür. Ve kurum olmak, özü itibariyle alternatif olmaktır.