İslami bir değişimden yana olanlar, topluma yön veren değişimin lehine veya aleyhine bir söz söylemek, hakkı duyabilecek her meşru zeminde seslendirmek durumundalar.
Tarihin dönüm noktaları vardır. O noktalar hem risk barındırır hem de imkanlar tanır. Onlar, yarının planladığı, yarın yaşanacakların ilk adımlarının atıldığı zaman noktalarıdır. O noktalarda geleceğe ait aydınlık tablolarla karanlık tablolar yan yana hatta iç içedir.
Geleceğe ait tablolardan sadece karanlık olanlara bakanlar, sadece belirsiz olanları görenler yerlerinde dururlar. Sadece aydınlık olanlara bakanlar ise imkanları ile uyumlu ölçümler yapmazlar, hayal kırıklığına uğrarlar. Aydınlık noktaları görüp onlardan yansıyan ışıkla karanlık noktaları da hesaba katanlar ise hem atılım yapar hem ihtiyatlı olurlar.
Miladi Takvimin reel zamanı ile insanlığın vaka zamanı arasında bir uyum yoktur. Reel(takvimi) yüzyıl ile vaka yüzyılı arasında birkaç yıllık bir fark vardır. Ya da bir önceki yüzyılın yansımaları bir sonraki yüzyılda birkaç yıl devam ediyor.
Son üç yüzyıla bakıldığında hep şu gerçek görülüyor. Bir çağdan bir başka çağa geçiş, yüzyılın bitiminden birkaç yıl sonra gerçekleşiyor. Bu, en azından yaşadığımız coğrafya açısından böyledir.
Osmanlı`nın devamı olarak Türkiye, son üç yüzyılın ilk dönümünü, ilk sosyal çağ değişimini 1808`de yaşadı; 18. Miladi yüzyılın sona ermesinden sekiz yıl sonra Sultan 2. Mahmut ile Osmanlı Ayanı(Eşraf Temsilcileri) arasında düzenlenen Sened-i İttifak, Miladi 19. Yüzyıldaki neredeyse bütün olayların başlangıcı gibidir. Bugün yaşadığımız vakalar, 2.Mahmut`un o tarihte tahta çıkmasından ve başlattığı değişim girişiminden bağımsız düşünülemez. Cizre`deki bir insani problem de Ankara`daki bir temsil problemi de nihayetinde en az bir yönüyle 2. Mahmut`un başlattığı değişime dayanıyor.
Osmanlı`nın ikinci dönüm noktası 1908`deki 2. Meşrutiyettir. Senedi ittifak`tan tam yüzyıl sonra İttihat ve Terakki Partisi`nin bir darbeyle iktidara gelişidir. Bu, 2007`ye kadar süren ve etkileri hala devam eden Türkiye devleti çağının başlangıcıdır. Son Miladi yüzyılın ayrışmaları o dönüm noktasında yaşandı. Son yüzyılın devlet iktidarı o dönüm noktasında belli oldu. O dönüm noktasında öne geçenler, yüzyılın muzafferleri diye bilindi, onlara tepki gösterenler de yüzyılın muhalifleri, “Çağa karşı isyan edenler, çağdışı kalanlar” diye resmi tarih kayıtlarına girdi.
YENİ BİR YÜZYIL
Türkiye, 2007`de bir önceki yüzyılını tamamlayarak vaka bakımından yeni bir çağa girdi. O gün girilen süreçten bir daha geriye dönüş yaşamak mümkün değil. Bu süreci geri götürmeye çalışanların, klasik ittihat ve terakki çağını özleyenlerin çırpındıkça kaybetmeleri, cezalarla karşılaşmaları bunun en basit delilidir.
Çağ değişimleri, bir anda tam fark edilmeyebilir. Bunların etkileri: Onlara karşı direnişe ve dünya koşullarına göre 15-20-30 yıl sonrasına kalabilir. Nitekim 1808`in daha köklü bir değişime dönüşmesi, 31 yıl sonra 1939 Tanzimat Fermanı; 1908`in de bir devrime dönüşmesi 15 yıl sonra 1923`te Cumhuriyet`in ilanıyla gerçekleşmiştir.
Türkiye, yeni bir süreçtedir. Bir değişim ve dönüşüm aşamasındadır. Buna Fransa`daki değişim tarihi adlandırmalarının etkisiyle 2. Cumhuriyet diyenler, bunun ardından 3. Cumhuriyeti bekleyenler olabilir. Adlandırma çok önemli değil, değişim aktörleri adlandırmanın kendi programlarına zarar vermesinden endişe ediyorlar.
Bu değişim programı çerçevesinde alınan kararlar, belki etkisi en az bugün hissedilebilecek, belki bazen bir elektrik zammı kadar fark edilmeyecek kararlardır. Bunun için “Bir değişime yol açacak kararlar alınmıyor mu alınmıyor mu?” kuşkusu oluşabilir. Ancak tarihte pek çok kararın pratiği, alındığı gün görülmüş değildir. Devletler tarafından alınan sosyal yapıyı belirleyici kararların zamana yayılan etkisini bilmeyenler, bu kararlara “Bunlar gelip geçici şeylerdir” diye baktıklarında kendi kendilerini bir süre sonra “Bize ne oldu?” şaşkınlığı içinde bulmuşlardır.
Sosyal hayata dönük devlet kararları ikiye ayrılır: Baskıcı olanlar ve sürece yayılanlar. Baskıcı kararların etkisi hemen görülür; sürece yayılanlar ise başlangıçta belki sadece duyulur. Ancak bu, hiçbir zaman sürece yayılanların duyulmakla kaldığı, sosyal hayata yön vermekten uzak olduğu anlamına gelmez.
Geleceğe yön vermeye yönelik üç yaklaşım vardır. Batı terminolojisinde bu üç yaklaşım; “devrim, evrim ve muhafazakârlık” diye ifade edilir. Bizde ilk iki terim “İnkılap” ve “ıslahat” olarak karşılık bulmuş. Sonuncusu ise daha yeni yaygınlık kazanan bir terimdir.
Türkiye`de bir devrim ya da bir devrime yaklaşan bir sosyal evrim yaşanmıyor. Nitekim sürecin aktörleri de ne inkılaptan ne de ıslahattan söz ediyor. Aksine kendilerini muhafazakarolarak ifade ediyor.
İnkılap(Devrim) ani bir değişimdir; ıslahat(evrim) zamana yayılan bir değişimdir. Muhafazakârlık ise aslında her iki tutumun karşısında duran bir durağanlıktır. Ancak bir devrim veya evrim sürecinden sonra geliyorsa muhafazakârlık tabii olarak bir değişim ifade eder.
İngiliz muhafazakarlığı, eskinin olduğu gibi korunmasını anlatırken Fransız muhafazakarlığı yakın tarihe belli-belirsiz bir itiraz, geçmişe de aynı ölçüde bir sahiplenmedir, buna bir tür“ürkek” sahiplenme de diyebiliriz. Bu, “yıkmadan ve ürkütmeden değişim” biçiminde bir yaklaşımdır. İçinde kısmi bir çatışmayı, ona karşılık mümkün oldukça büyük bir uzlaşmayı barındırır. Bunun için ilk bakışta uzlaşma karakterleridir.Bir sistem değişikliğini içermez.
Yakın geçmişi, kendisinden önceki dönemi(çağı) reddedişi, çoğu zaman ondan önceki çağı kısmen de olsa yüceltme biçiminde kendini gösterir. Yakın geçmişi(kendisinden önceki dönemi) ya dışlar ya da imalarla reddeder; eski çağları ise abartılı bir dille över.
Türkiye`de son dönemde siyasi bir tutama dönüşen muhafazakârlık bir tür Fransız muhafazakârlığıdır. Son yüz iki yüz yıla, 1808`den bu yana yaşanan gelişmelere itirazlar içeriyor. Ancak bu dönemde oluşan yapının tamamen yıkılıp yerine bambaşka bir yapının inşa edilmesinden ya da 1808 öncesinin bütün unsurlarıyla canlandırılmasından söz etmiyor. Bunun için onun öncülüğünde gerçekleşen bir değişim, belirsiz görünebilir. Yine de bu bir değişimdir. Bu değişimi hesaba katmamak, yanlış adımlara yol açar. Açık bir değişimi sokaktaki insan da fark eder. Bu tür değişimleri ise ancak dikkatli bir gözlem içinde olanlar görür.
1808`de, 1839`daki Tanzimat Fermanı`na, hatta 1856`daki Islahat Fermanı`na kadar Osmanlı din kurumları değişime tam inanmadılar. Değişimi bir sonraki yüzyıla ne bırakacağını sanki görmediler.
1908`den sonraki açık değişime ise tepki, halka umut vermekten uzaktı. O tarih ve sonrasındaki bütün tepki önderlerinin konuşmaları dikkatle incelense onlardan hiçbirinin “Vazifemizi yaptık” söylemini aşmadığı görülür. Bu tevekkülün yansıması olarak anlaşılsada topluma yönelik büyük bir umutsuzluğun da yansımasıdır.
DEĞİŞİM SONRASI RESİM
Modern Türkiye`nin kimliği şudur; Kapılarını İslam dünyasına ve Orta Asya`ya kapatmış; anayasada tarif edilen “vatandaşlık” ile özdeşleşen Türklük ana unsuru üzerine kurulu bir ulus devlet olmak...
Yeni Türkiye, ulus devlet olmaktan mı çıkıyor?
Yeni Türkiye, İslam dünyasına hakim olup Osmanlı imparatorluğunun mirasına mı kavuşuyor?
Yeni Türkiye, tek unsurdan birden çok unsurun ortaklığına mı geçiyor?
Hayır, hiçbiri değil. Ama Rusya`nın tepkilerini dikkate almaktan kaynaklanan Orta Asya`ya açılmak hariç, diğer temel konularla ilgili yeni yaklaşımı yok saymak da mümkün değil.
Bu yeni yaklaşım, uluslar arası güçlerden bağımsız mıdır? Hayır. Ama Türkiye geçmişte sadece dışarıyı dikkate alarak hareket ederken bugünkü Türkiye`nin tutumundan kendi tarihinin ve kültürel yapısının da payı var. Geçmişte bu ikisinin payı adeta sıfırdı. Bugün tarihe ve kültür köklere bakılarak Türkiye`nin tutumu hakkında hiç olmazsa bazı tahminler yürütmek mümkün.
Pek çok devlet yöneticisinin bir imparatorluk hayali vardır. Ancak bugün Türkiye`nin yeniden Osmanlı İmparatorluğu olma hayalini gerçekçi bulmadığı kesin. Bununla birlikte Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında ve etki alanında Balkanlardan Yemen`e, Kafkaslardan Sudan`a kendisi için yeni bir rol görüyor, bu rolden kaçmıyor. Aksine bu rol için risk bile alıyor.
Bu, kesinlikle ulus devlet anlayışından “ümmet devleti” anlayışına geçiş değildir. Dışarıya açılan vakıfların milliyetçi olmamalarına rağmen yoğun Türklük vurgusu, herhangi bir yabancı ülke vatandaşının Türkçeyi öğrenmesinden devlet yetkilileri tarafından duyulan sevinç, ulusal bakışın etkilerinden kopuk değildir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu`nun son büyükelçileri konferansında “Türk bayrağı, dışarıda artık sadece bir gücün değil, aynı zamanda bir vicdanın sembolüdür” demesi, ulus devlet yaklaşımını gösteriyor. İki üç yıl önceki bir yazıda ifade ettiğim ve bir milliyetçi gazetede de yankı bulduğu üzere, bu milliyetçilikten soyutlanma değil, eksi tarz milliyetçilikten yeni tarz milliyetçiliğe, reel milliyetçiliğe geçiştir.
Türkiye, içeride de devletin kurucu unsurluğunu paylaşmaya yönelik bir yaklaşım içinde değil. Sadece itirazı olan bir etnik unsuru rahatlatarak onun ait olma duygusunu güçlendirerek, onu Türkiye Devleti sınırları içinde kendini kendi evinde hissettirerek Anayasa`da ifade edilen kurucu unsuru (Türklüğü) yüceltme amacındadır.
Bu tabloya bakarak “Değişim nerede?” denebilir. Ancak hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı da açık.
Kapsamı ne olursa olsun bir değişim var. Bu değişim,bugün küçük sanılsa da, sürece yayılan bütün değişimler gibi kaynağından(zaman bakımından) uzaklaştıkça büyüyen izler bırakacak, büyük bir vaka yaşanmazsa yakın gelecek bu değişim üzerine kurulacak.
Bu değişime dair, herkesin lehte veya aleyhte bir sözü vardır. Bu toplumun bugünü ve geleceği üzerine kaygısı olanların bu değişime dair bir sözünün olmaması, onların tarihinin bu dönüm noktasını görmemeleri düşünülemez.
Bu değişim yaşanırken, toplumu temsil amacıyla oluşturulan resmi kurumlarda (Meclis`te veya Mahalli idarelerde) görünmemek, oralarda lehte veya aleyhte bir söz söylememek, olumlu adımları desteklerken olumsuz veya eksik adımlarınınolumlu bir yöne dönmesi için düşünce ifade edememek büyük bir kayıp olur.
Kaybedenler, neden bu toplumun İslamî yönde değişmesini isteyenler olsun?