Geçenlerde ilaçsız tarıma dikkat çekmek için hazırlanan bir programa denk geldim. Programcı, Trakya taraflarında yaşlı bir adamla hanımının Tarım Bakanlığı’ndan ödül almış bağını anlatıyordu.
Anadolu kıyafetleri içinde, başı mazbut örtülü ve kameraya bakmaktan utanan yaşlı teyze “Bu tarla babamdan kaldı; biz onu beraber bağa dönüştürdük ama artık yaşlandım, onu gelinimle oğluma bırakacağım” diyordu.
Programcı, onun ardından evin yine yaşını başını almış, başını kundak başı bağlamış, dindarlığa pek de uzak görünmeyen gelinine yöneldi. Kadın, aslında şehirli imiş, uzun yıllar önce köye gelin gelmiş, tarımı, köy yaşamını sevmiş. Buraya kadar her şey normal… Ama programcı, yaşlı teyzenin “Artık yaşlandım, bağı gelinimle oğluma bırakacağım” sözüne atıf yaparak “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sorunca duyarlılık sahibi her insanı dehşete düşürecek bir cevap yükseldi ekrandan. “Ben, burada oğlum için bir şarap evi açmak istiyorum, benim bütün hayalim, planım bu!” dedi kadın.
Geçmişten kalan bir miras, o mirası devreden dini bütün bir yaşlı kadın ve onun bütün hayali, biricik planı oğlu için şarap evi açmak olan gelini… Ya oğlu ne düşünüyordu? Keşke bir de ona sorsalardı…
Hemen öfkelenmek, peş peşe hakaretler yağdırmak, “Toplum nasıl da nesilden nesle bozuluyor..!” diye yakınmak mümkün…
Ama ya biz inanan insanlar olarak, o aileye ne kadar ulaşabildik? Ona içkiyi haram kılan yüce Allah’ın dinini ne kadar anlatabildik? Ya da kaç kişinin aklından geçti: Bu aileye ve benzer ailelere bir şekilde ulaşsam da onlara hakkı anlatsam diye.
Şubat ayındayız ve şubat, İslam aleminde adeta resmen “şehadet ayı” olarak biliniyor. İmam Hasan el-Benna, bu ayda şehid olmuş büyüklerdendir. İngilizler adına iş gören Mısır Kralı Faruk’un adamları tarafından 12 Şubat 1949’da şehid edildi.
El-Benna’yı kıymetli kılan pek çok üstün vasfı vardır. Ama herhalde bu vasıflar içinde en önde olanı, İmam’ı bizim için unutulmaz kılanı, onun davetçi yanıdır.
Önceki çağın büyükleri, düşüncelerini genellikle kürsülerde veya gazete, dergi köşelerinde anlattılar. Topluma açık genel hitaplar yaptılar. İmam El-Benna ise kürsüleri, gazete ve dergileri ihmal etmedi. Ama ondan fazlasını da yaptı: Henüz çocukken, davet edeceği şahısları tespit etti. Sonra, titiz bir planlama ile onlara ulaştı; onların günahlarını yüzlerine vurmadan, onları kırmadan, onlara sövmeden hakkı anlattı.
Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem de böyle yapmamış mıydı? Resûlullah salallahü aleyhi vesellem, Ebû Talib’in evinde Beni Haşim’e seslendi; Ebû Kubeys Tepesi’nde bütün Kureyş’i muhatap aldı ama asla onunla yetinmedi.
O, ulaşacağı insanları tek tek tespit etti; onlara usulünce ulaştı ve hakkı anlattı. Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh’ın üzerinde çok durulmamış daveti de bu sünnet üzerine icra oldu. Sonra Hz. Musab radiyallahü anh, Yesrib’de bu sünneti tatbik etti ve Yesrib’i Medine olmaya hazırladı.
Onlar, ulaşacakları insanları kimi zaman bir panayır yerinde, kimi zaman evlerinde, kimi zaman Ka’be’nin yanı başında, kimi zaman Yesrib’de bir hurma bahçesinde buldular ve muhatapları kendilerini kovsa bile onlara ısrarla İslam’ı anlattılar. Zira yüce Allah’ın rızası buradadır.
İmam Hasan El-Benna, işte bu sünneti modern zamanda ihya etti, bu karmaşık çağda İslâmî davetin sünnet üzerine mümkün ve verimli olduğunu gösterdi.
İmam henüz ortaokul çağlarında hem bir mescidde irşadda bulunuyor hem “Haramların İşlenmesini Önleme Cemiyeti”ne üye oluyor. Cemiyet’in takdir edilecek bir çalışma yöntemi var: Örneğin, namazı düzgün kılmayan ve Ramazan’da oruç tutmayanların adreslerini tespit ediyorlar ve onlara mektupla ulaşarak namazın, Ramazan orucunun ve sair farzların önemini anlatıyorlar. O şahsın sorununu İslam’ı anlatmak için fırsata dönüştürüyorlar, ona ulaşıyorlar ve ona hakkıyla tebliğde bulunuyorlar.
Altın yüzük takanlara bile ulaşıp onlara doğruyu söylemek, sonra kahvehane kahvehane dolaşıp İslam’ı tebliği etmek, yine İmam ve arkadaşlarının tebliğ gayretlerindendir.
Sonraki yıllarını şöyle anlatıyor İmam El-Benna:
“Okul döneminde sohbet, tebliğ ve buna benzer çalışmalarımızı yürütüyorduk. Yaz tatili oldu. Memleketlerimize gittik. Memlekette üç arkadaşımla neler yapmalıyız diye istişare yaptık. İlk yapmayı kararlaştırdığımız işlerden biri, sabah namazına insanları kaldırmaktı. Kararımızı uygulamaya ertesi sabah başladık. Hemen aramızda mahalleleri paylaştık. Tan yerinin ağarmasından önce halkı sabah namazına uyandırmaya başladık. Kaldırma işlemini tamamladıktan sonra Nil Nehri’nin kıyısında durur, okunan ezanları dinlerdik. Camiler dolardı. Bu kadar kişinin uyanmasına sebep olduğumuzdan dolayı Allah’a şükrederdik. Daha sonra mescide gidip o vakitte oradakilerin yaşça en küçüklerinin bizim olduğumuzu görmemiz mutluluğumuzu kat be kat artırırdı. Allah’a hamd eder bu çalışmalarımızın devamını temenni ederdik.”
Onun tebliğ ve irşadı bir ömür devam etti, kimi zaman köylerde, kimi zaman kürsülerde…
Onu özgün kılan ve davette imam yapan husus ise davetini, aynen sünnette olduğu gibi, örnek alınabilir bir yol üzere yapmasıydı.
Diğer bir hususu ise daveti, “din görevlisi” sınıfında olan memur veya fahri görevlilerin tekelinden çıkarmak… Davette bulunmanın onlara has olmadığını, hatta kimi zaman sıradan Müslümanın davette din görevlilerinden daha etkili olabildiğini göstermek…
Ve İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ZAMAN…
İnsanların hakikatten doğruyu öğrenmeye ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarının farkında olsunlar veya olmasınlar…
Onlar eksiklerinden dolayı eleştirilmeyi, günahlarından dolayı hakarete uğramayı beklemiyorlar… Bunu yapmak, nefsi rahatlatır. Oysa davetin amacı, davetçinin kendisini rahatlatması değil, davet ettiği kişiyi rahat ettirmektir.
Bencilliğin adeta bir ideoloji hâline getirildiği bir dünyada başkaları rahat etsin diye gayret göstermek… İnsanların hoşuna gitmese de onlara hakkı tavsiye etmek… Büyük özveri gerektirir elbette…
Allah, İmam Hasan El-Benna’ya rahmet eylesin… Onu sayfalar dolusu övmekle bir şey elde edemeyiz. Onu taklitle, onun gibi yaşamak da bize çok yol aldırmaz… Olması gereken, onun sünnet üzere ihya ettiği yolu, yine sünnet üzere bugünün koşullarında ihya etmektir. Bugünün gerçekliği içinde insanlara ulaşmak ve onları davet etmektir.
Ne dersiniz? Bu çağda en çok ihtiyaç duyduğumuz hususlardan biri hakkı anlatmak değil midir? İslam davetini yeniden öz yolu üzerinde ihya edip “muhtaçlara ulaşmak” ve onları hakka yöneltmek… Toplumun ıslahının başka bir yolu var mıdır?
Ve son söz:
Ebü’l-Leys Semerkandî rahmatüllahi aleyh der ki:
“İyiliği emredenlerin beş şeye ihtiyacı vardır:
Öncelikle ilim, zira cahil emri bi’lmaruf ve nehyi anilmünkerde bulunamaz.
İkincisi, gayesinin ilahi rızayı kazanmak ve İslam’ı yüceltmek olması.
Üçüncüsü, anlattığı kişiye karşı şefkatli olması, ona şefkatle ve tatlı sözle izah etmesi,
Dördüncüsü, sabırlı ve halim olması,
Beşincisi, söyledikleri ile amel etmesi.”