Dr. Abdulkadir Turan

Siyasal Günahkârlık

13.03.2019 07:39:34 / Dr. Abdulkadir Turan

Her yıl 8 Mart’ta aynı tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Görünür olarak Taksim’de ve Taksim kadar görünür olmayı başaramayan başka yerlerde topluluklar, inancın ve toplumun genelinin tasvip etmediği bir yaşam tarzı ilanında bulunuyorlar.

Her yıl topluma karşı bilinçli bir meydan okunuyor. 8 Mart Kadınlar Günü bahanesiyle bir topluluk, günah olduğundan kuşku duyulmayan ve genelin kınadığı hâllerini ifşa ve ilan ediyor.

Toplum, tabii olarak bu hâl karşısında önce şaşırıyor, sonra alışır gibi yapıyor. Ama ifşacı ve ilancı grup her alışmaya, daha şaşırtıcı, sarsıcı yeni bir eylemle karşılık veriyor. İfşa ve ilan edenin karakterinin tabii bir özelliği olarak alışmayı aşmaya, dikkat çekmeye, şaşırtmaya, sarsmaya devam ediyor. Görülmüş olmaktan, sarsmış olmaktan hatta hakarete uğramış olmaktan ayrı bir haz alıyor. Belki de hazını bununla ölçüyor.   

İnsan, yaradılışı itibariyle özünde günahsızdır ama günaha eğilimlidir. Günaha yatkınlık, insanın bir zafiyetidir; Hz. Adem ile Hava’nın cennetteki hâlinde bir zafiyet olarak belirmiştir. Onlardan soylarına da ilahi takdirle öyle geçmiştir.

Günah, insanın gafletinden veya tamahkârlığından gelen bir eylemdir, dolayısıyla kusurdur, eksikliktir.

İnsan, genel anlamda geçmişten bugüne günahtan dolayı mahcup olmuştur. Günaha giden yola girmişse de günahtan sonra açık veya gizli bir pişmanlık duymuştur. Günahı Rabbine, insan soyuna, toplumuna, ailesine karşı bir tür sadakatsizlik, bir tür ihanet olarak görmüştür.

İnsanın Allah’a inancı zayıfsa insan, günahkârlığı nihayetinde toplum sözleşmesinin bir ihlali gibi değerlendirmiş, o ihlal karşısında cezalandırılmayı, kınanmayı, toplum dışına itilmeyi kabullenmiştir.

Açık günahkârlık, yapısı itibariyle marjinal bir hâldir hatta bir ülkede neredeyse bütün toplum tarafından işleniyorsa dahi marjinaldir. Günahkâr, marjinalleşmeyi ya bizzat yaşar ya da iç dünyasında yaşar ya bulunduğu ortamda itilir ya da kendini kıta ölçeğinde, dünya ölçeğinde veya nihayetinde insanlık tarihi karşısında marjinal bulur.

Günahı kınayan toplumlarda günahkar, toplum ölçeğinde marjinal olur ama İskandinav ülkeleri gibi günahın kınanmadığı ülkelerde de kişiler, kendilerini dünya geneli açısından veya insanlık tarihi açısından marjinal bulurlar.

Buraya kadar anlattığımız süreç, tabii bir günahkârlık içindir, başka bir ifadeyle zafiyetinden dolayı günaha müptela olanlar içindir ya da toplumun hazırladığı sınırsız günah işleme ortamından kendilerini alıkoyamayanlar içindir. Oysa İslam dünyasında 19. Yüzyıldan bu yana politik bir günahkârlıkla, daha dikkat çekici bir ifadeyle bir siyasal günahkârlıkla karşı karşıyayız.

Batılılaşmanın bir değer hâline gelmesiyle içimizden bir grup, kendisini bilinçli bir günahkârlığa zorladı, kötü yola düşmüş kişinin günahı karşısında para kazanmayı hedeflemesi gibi onlar da günahlarına karşılık Batı nezdinde bir konum elde etmeyi hedef hâline getirdiler. Başka bir ifadeyle yapıları günaha yatkın olmasa bile hatta kimi zaman günahtan tiksinseler bile Batılılaşmış sayılmak için kendilerini günaha zorladılar.

19. yüzyılda Fransa’ya giden bazı ilk burslu öğrenciler, İstanbul’da yabancılara ait meyhanelere gidenler, diplomatik çevrelere dâhil olmak isteyen kişiler o sınıftandır. Kendilerini Batılılar gibi içki içmeye, Batılılar gibi dans etmeye, kadınlarını Batılılar gibi dans etmeye hatta domuz eti yemeye zorlayarak Batılı bir görüntü oluşturmaya çalıştılar. Bunu başardıkça konumlarının Batılılar nezdinde yükseleceğini, Batılı diplomatik çevrelerde, Batılı lobilerinde kabul göreceklerini düşündüler. Pek çoğu gösteriden sonra oturup ağladı, domuz eti yemişse gizli gizli istifra etti ama diğer gün hırsına yenilip yaptığını alışıncaya kadar tekrarladı.

20. yüzyılda bu grup İslam dünyasında devletleşti. Bu kez Batılılar tarafından korunmak, ekonomik, askeri ve siyasal olarak desteklenmek için günahlarını açığa vurmakla kalmadılar, aynı zamanda toplumlarını da günaha zorladılar, toplumlarından buna karşılık teslimiyet istediler, bazı günahları siyasi bir simge hâline getirdiler, başka bir ifadeyle bu teslimiyetin nişanesi yaptılar.

Örneğin 1923’ten sonra rakı içmek önce Ankara, sonra bütün vilayet merkezlerinde siyasal teslimiyet simgesine dönüştü. Rakı içmeyen birinin başkentin siyasi sofraları gibi, vilayet sofralarında da kabul görmesi mümkün değildi. Bunun için siyasi veya bürokratik hırsa kapılanlar, velev ki rakı içmekten inançları veya tabiatları gereği tiksinseler de kendilerine törenlerde rakı içirdiler. Aynı süreçte buna kadının baş açıklığı ve namahremleri ile dans etmesi de eklendi. Pek çok kişi, kızının başını zorla açtı, karısını, kadının gizli hıçkırıkları içinde başka erkeklerle dansa kaldırdı.

Elmalılı Hamdi Yazır, Yasin-i Şerif’in sekizinci ayet-i kerimesi “Çünkü biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler (ağlal) yapmışızdır.” tefsirinde, iradenin tatilini, kesin bir teslimiyeti simgeleyen bu boyun bağlarını, çağdaşlık furyasına kapılma ile ilişkilendirir. Ağlal, ilk bakışta medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır gibi görünür, der.

Batı dün, çağdaşçılık çekicisiyle sürüklediği kesimler için içki içmeyi, kadınını başkasıyla dansa kaldırmayı, metres edinmeyi, cinselliğini kısmen teşhir etmeyi “çağdaş medeniyet”e tabi olmanın gösterisi olarak yeterli görüyordu. İradesini kendisine teslim edenleri, onun boyun bağını kabul edenleri ahlaken oraya kadar sürüklüyordu.

Batı, bugün bunu yeterli görmüyor. Eşcinselliği doğrudan talep etmese de eşcinselliğe açıktan açığa katlanmayı, onu tasvip ve hatta takdir eder görünmeyi siyasal teslimiyetin bir simgesi hâline getiriyor. Bir siyasi yapıda bu varsa, onu tam çağdaş kabul ediyor, desteklenebilir gruplar arasına alıyor, bu yoksa onu “eksik çağdaş, az medeni” sınıfına alıyor, eleştiriyor, kınıyor ve ötekileştiriyor. Son yılların Avrupa Birliği İnsan Hakları kriterlerine bakın, tamamında bunun açıkça işlendiğini göreceksiniz.

Toplumda yukarıda anılan zafiyetleri olanlar, hep vardı. Ama onlar, hallerinden dolayı mahcuptular, kendilerini suçlu görüyorlar, hâllerini açığa vurduklarında kınanmayı göze alıyorlardı.

Güncel durumda ise yeni Batı kriterleri doğrultusunda bu yapılar, bizzat Batı vakıflarının da desteğiyle örgütleniyor, korunan, hatta liberalizmin değerleri doğrultusunda bir tür kutsanan, özel bir saygı gösterilen yapılara dönüştürülüyor. Ardından siyasal yapıların kabul edilebilirliği o gruplarla ilişkiye göre dolduruluyor.

Kimi siyasi yapılar da Batı’nın bu yeni değer sisteminden siyasal bir çıkar devşirmek, bu değerler üzerinden Batı tarafından meşru görülmek, Batı nezdinde kabul görmek ve nihayetinde Batı desteğiyle en üst siyasal kazanımı elde edip iktidar olabilmek için o gruplara yakın duruyor. Onlarla işbirliği yapıyor, günahlarını teşhir ve ilan sapkınlıklarını, gösterilerine katılarak destekliyor. Hatta onlara yakın eğilimde imiş gibi görünebiliyor. Her yıl 8 Mart’ta Taksim’deki manzara bunun ürünü olarak ortaya çıkıyor. O manzara Batı’ya teslim olan siyasi yapı ve partilerin kendini Batı nezdinde ilan sahasına dönüşüyor.

Bu tam anlamıyla siyasal bir günahkârlıktır, günahın siyasallaştırılmasıdır, zafiyetlerin suiistimal edilerek politik bir çıkara dönüştürülmesidir.

Bunu kim mi yapıyor? 8 Mart etkinliklerinin Taksim tarzını destekleyen siyasi yapılara bakın, isim listelerini kolaylıkla çıkarırsınız. Kimin boyun bağını kabul edip etmediğini, “özgürlük” sloganları ata ata kimlerin kelepçeleri takıp çağdaşlık zindanına kendini attığını açık açık göreceksiniz.   

 

 

 

Diğer Yazıları

Tüm Yazıları

Diğer Yazarlar

Tüm Yazarlar