Geçen yazımızda benzer birçok konuda benzeştiğimiz halde diğer canlılarla bizi ayıran temel farkın incelik isteyen işlerde akıl yürütme dolayısıyla bilinç (farkındalık) olduğunu ifade etmiştik.
Bu durumda bilinç nedir ne değildir sorularının cevabını bulmamız gerekmez mi?
Bilinç, sözlük tanımını bilmediğimiz; ancak gündelik hayatta cümle içinde kullanınca ne anlama geldiğini bildiğimiz kavramlardan biri midir?
Yoksa bilinç, insanların toplum içerisinde kendisinin nasıl değerlendirildiğine yönelik taşıdığı bir kaygı ve bunun sonucunda o topluma kendini uydurma çabası mıdır?
Belki de bilinç, insanlarla yaşadığımız bütün sorunlarda kendimizi haklı görmemizi sağlayan bir olgudur.
Öyle ya neredeyse bütün savaşlarda, bütün kavgalarda ve bütün tartışmalarda her iki tarafta haklı olduğunu düşünmüyor mu?
Öyle ise ortada hiçbir hak ihlali veya haksızlık yokken sadece egosunu tatmin etmek, aç gözünü doyurmak veya galip gelme sevdasıyla mı yaşanıyordu bu kadar acı?
O halde bilinç herkesin kendini haklı görmesini sağlayan düşünsel bir süreç midir?
Belki hepsi, belki hiçbiri, belki de daha fazlası…
Bu durumu iki örnekle açıklamaya çalışalım…
- Örnek: Bir insan bir topluluğa dâhil olmak istediğinde o topluluğu bütün yönleriyle tahkik edip girdiği için mi o topluluğu hak görür?
Şayet dâhil olmak istediği topluluğun ilkelerini ve bu ilkelerin insanlığın ve dahi yaratılan bütün mahlûkatın iyiliği, güvenliği ve ihtiyacı olan ilkeler olduğu kanaatine varıp, o topluluğun da bu ilkelere uygun düşünce ve davranış sergilediğini ve bu konuda tavizsiz olduğunu görüp dâhil olmuşsa bu durumda bir bilinçten söz edilebilir.
Böylesi bilince sahip bir kişi, yaratılanlara merhamet nazarıyla bakar, günahkârdan değil, günahtan nefret eder. Günahkârı değil, günahı oluşturan sebepleri ortadan kaldırmaya çalışır ve dava adamı hüviyeti kazanır.
- Örnek: Her konuda haklı olduğunu düşünen bir insan, zaten kendisi o toplulukta olduğu için mi o topluluğu hak görür?
Böylesi bir durumda ise kişinin bilinçaltında çok farklı bir süreç işler. Kişi dâhil olduğu topluluğu her yönüyle araştırma ihtiyacı duymaz. Onun için önemli olan kendisine değer verilmesi ve özel olduğunun hissettirilmesidir ki topluluğun sevdiğini sever, nefret ettiğinden nefret eder. Yani diğer bir anlamda sevgisi de nefreti de nedensizdir. Dolayısıyla kişi ‘dava adamı’ değil ‘topluluk adamı’ olur.
Belki de bu durumu Jung’un: “Her birimiz birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız.” Sözüyle kolektif bilinç olarak tarif ettiği; ancak bu tabloya uygun olarak bizim ‘duygusal etkileşim’ diyebileceğimiz bir süreçtir.
Sanırım yukarıda verdiğimiz iki örneği Üstad Bediüzzaman’ın tahkiki iman ve taklidi iman tanımlarıyla daha da anlamlandırabilir ve 1. Örneği tahkiki iman, 2. Örneği taklidi iman ile açıklayabiliriz.
Tahkiki iman: “Tam anlamıyla dosdoğru imandır. Tahkiki iman sahibi olan kimse tüm evrende o İlahi mesajı ve damgayı görür. Herhangi bir şüphesi veya tereddütü yoktur.” Dolayısıyla kişi bütün hayatını buna göre idame ettirir. Girdiği topluluğa inancıyla güç katar. Zarar vermez; çünkü kendini inancına göre şekillendirme gayretindedir.
Taklidi iman: “Delile ve araştırmaya dayanmayan imandır. Bu taklidi imanda insanın önemli esasları ve azaları olan kalp, ruh, vicdan, duygular, imandan nasiplenip beslenemez.” Çünkü kişinin bir topluluğa dâhil olma nedeni dava sahibi olmak değil, duygularını doyurmak yani sosyal bir çevre kazanmaktır. Topluluğun ilkelerini, hedeflerini özümsemez, kendine topluluğun ilkeleri ve inanç sistemine göre değil, toplulukta bulunan şahıslara göre şekil vermeye çalışır. Böylelikle dâhil olduğu topluluğa faydadan çok zarar verir.
Hoffer’a göre: “Bir topluluğun niteliği ve kaderi, çoğu zaman onun en kötü elemanları tarafından belirlenir.” Yani insanlar topluluk hakkında hiçbir bilgi sahibi değilken böyle elemanlarına bakıp bütün bir topluluğun öyle olduğu yanılgısına düşebilir.
Jung’un yazıyı özetler mahiyetteki şu sözüyle de bu haftalık da size veda edelim: “Siz bilinçaltınızı bilince dönüştürene kadar o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona kader diyeceksiniz.”