• DOLAR 32.558
  • EURO 34.979
  • ALTIN 2447.868
  • ...
İslam Biliminin Mahiyeti Üzerine
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
İSLAM BİLİMİ: “İslâm bilimi” terimi, 1970’lerde İslâm dünyasının akademik çevreleri tarafından ileri sürülmüş yeni bir kavramdır. Kavramsal olarak İslâm bilimi teriminin ortaya çıkışının ana nedeni, uluslararası arenada Müslümanların politik bir güç olduğunu pekiştirmek, bilimsel alandaki geri kalmışlığı ortadan kaldırmaya ve İslâm’ın yeninden dünya’ya egemen olmasına hizmet edecek bir vasıta sağlamaktır. Bu şekilde İslâm bilimiyle dünya bilimler hiyerarşisinde yeni bir güç cephesini ve güç dengelerini yeniden oluşturmayı amaç edinen İslâmi dalgayı temsil etmektedir. Bu terim aracılığıyla kendi bilgi geleneğimiz, “kendi bilimimiz”, “kendi teknolojimiz” ve “kendi düşüncemiz” gibi spesifik alanlara yönelik bir özgünlüğe kavuşmayı hedeflenmektedir. Bu bakımdan İslâm bilim terimi, ortaya atıldığı günden bugüne, birçok vakıf ve araştırmacı tarafından desteklemekle birlikte üniversiteler ve akademik kurumlar bünyesinde toplantılar yapılageldiği de görülmektedir.
Yaklaşık iki asırdır, İslam ümmeti, kadim bilgi ve bilim geleneğiyle organik bağlantıları kesilmiştir. Bunun dâhili ve harici birçok sebebi vardır, ancak biz bunların hepsine girmeyeceğimiz gibi buna ehliyetimiz de imkân vermemektedir. Ancak realitede olan, günümüzde İslam ümmetinin kendine özgü bir bilgi geleneğinin olmayışıdır. Nitekim İslam bilim kavramsallaştırılmasının temelinde de, yeninden bir İslam bilgi geleneği inşa edilebilir mi sorusu yer almaktadır. Eğer, tekrardan inşa edilebilecek ise bu nasıl mümkün olacaktır? Elbette bu sorunun yanıtı, uzun uzun tartışılması gereken bir konu olmakla birlikte yukarıda da ifade ettiğim gibi buna birikimiz de şimdilik müsait değildir. Ancak, soruya yanıt olarak İslam bilim tartışmaları ekseninde İslam medeniyetinde bilim ve bilgi anlayışı ve çağdaş bilginin İslamileştirilmesi bakımında iki veçhe üzerinde kısaca durmakla yetineceğiz.

Birincisi, modern/batı bilimin tahakkümcü yapısı ve epistemolojik tahripleri/ilmi dejenerasyonu karşısında tesis edilecek İslam biliminin metodolojik kökleri, klasik dönemdeki İslam medeniyetindeki bilim ve bilgi havzasında anlam bulması gerekmektedir. Bu çerçevede İslam bilimi denildiğinde, İslam kültür ve medeniyet havzası içerisinde hicri 3. (miladi 9) yüzyıldan başlayan ve günümüze kadar geliştirilen psikoloji ve bilişsel bilimleri de içine alan matematik ve doğa bilimlerinin tamamı kastedilmektedir. Ayrıca İslam bilimiyle, bilimsel ruhun kaynağı olan tevhid düşüncesi ile bilim ve bilimsel disiplinler arasında organik bir ilişkisi de ifade edilmektedir. Aynı şekilde İslam bilimi, İslam dinin önemli temalarından metafiziksel, kozmolojik, ontolojik, epistemolojik ve ahlaki ilkeler üzerinde inşa edildiğinde ya da edileceğinde dini/aşkın bir hüviyeti de kendinde barındırmaktadır.

İslam bilgi geleneğinin tekrardan tesis edip İslami dünya görüşünü bütün insanlığa haykırmak için İslam medeniyetinin altın çağ ve gerileme dönemleri nitelikli bir şekilde tarih disipliniyle soruşturup sosyolojik olarak da tahlil edilmesi gerekir. Bu soruşturulma yürütülürken, öncelikle Kur’an ve Sünnet’te dayanan bir dünya görüşünün ahlaki parametreler ekseninde toplumsal düzlemde tesis edilmesi de gerekmektedir. Bununla birlikte klasik dönemde meydana getirilen ilmi disiplinlerin ana unsurları ve bilimsel ruhun teşhis ve tetkik edilmesiyle birlikte siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel dâhili ve harici bütün unsurları (tevarüs sürecini) göz önünde bulundurularak gerileme ya da çöküş nedenlerinin araştırılması sonucunda erişilen veriye göre, yeni bir İslami bilimsel anlayışın tesis edilmesine imkân sağlayacaktır.

ÇAĞDAŞ BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ:

İkincisi olarak da, çağdaş bilginin İslamileştirilmesi mevzusudur. Al-Attas, çağdaş bilginin İslamileştirilmesi ekseninde İslamileştirilmeyi, “insanın ilk önce sihir-büyü tesirinden, mitolojik ve animistik (ruhani) olarak algılanan tanrı inanışlarından, ulusal/kabilevi kültür geleneğinin tesirinden, daha sonra da laik felsefenin, dilin ve aklın üzerindeki seküler tahakkümden azâd/halaskâr edilmesi şeklinde tanımlamaktadır.” Burada insanın, asıl halaskâr edilmesi gereken maddi/bedensel yönü değil, ruhsal yönüdür. Çünkü insansal davranışlara şuur veren öz ve insanı Allah’ın halifesi yapan cevher, esasta ruhtur. Bu bakımdan İslamileşme, insanı Allah’a abd (kul) etmek için beşeri tüm düzenlerin çarpık laik felsefelerinden alıkoyup onu asıl hürriyetine kavuşturma sürecidir. Böylece bu hür olma sıfatıyla insan, bütün bilinçli ve anlamlı fillerin mutlak olarak kendisine atfedildiği hakiki bir insan/halife olur.

İnsan ruhunun hür olması, onun maddi varlığı ya da bedeni üzerinde doğrudan bir tesir yapar ve bir insan olarak beden içerisinde tezahürü, kendi kendisine ve ayrıca kendisiyle doğa arasında bir huzur ve uyumu beraberinde getirir. Bu anlamıyla hürriyeti tadan insan, istikametini tamamıyla varoluş ve uyum içerisinde olduğu ilk (aslî/fıtrat) konumuna eriştirme yoluna çevirir.

Allah’ın bir lütfu olarak insana verilen ruh ve ruhun kendi farkındalığını fark etmesiyle erişilen hürriyet, kendini bilme edimiyle de ilişkilidir. Bu ilişkinin mahiyeti, günümüzde, bütün bir insanlığın zihinsel dünyalarında keşmekeş bir vaziyet arz etmektedir. Bu vaziyetin esas müsebbibi, modern düşüncenin insan, varlık ve Allah tasavvuruna ilişkin çarpık anlayışıdır. Bu çarpık anlayış, insan hürriyetini maddi yönüyle bağlantılı olarak ele almakla yetinip onun manevi arzularını ve veçhesini tümüyle dışlamaktadır. Bu nedenle modern düşüncenin laik tasavvurları neticesinde ortaya çıkan hümanist, düalist ve pozitivist yaklaşımların insan ile ilgili tanımlamalarından arındırma işlemi yapmak, İslamileşmenin önemli bir basamağını teşkil etmektedir. Çünkü İslamileşme kavramıyla, İslami dünya görüşü bağlamında dilin, aklın, duygusal ve duyusal bilgi yetilerine ev sahipliğini yapan zihinsel algıların İslami özellik ve niteliklere sahip olunması gerektiği kastedilmektedir.
Al-Attas, bilginin İslamileştirilmesini lisan ve düşünce bağlamında da ele almaktadır ki, bunu öncelikli bir hedef olarak da görmektedir. Bu meyanda akıl, lisan ve düşünce birbirine bağlı ve insanın dünya görüşünü birlikte saptama bağlamında da birbirine bağımlı güçlerdir. İşte burada kastedilen şey, bu güçlerin İslami potada bir araya gelmesidir ve modern düşüncenin tahakkümündeki aklın, lisanın ve düşüncenin kurtarılıp İslamileştirilmesidir. Bu üç insansal yetinin nasıl İslamileştirileceği sorusu sorulduğunda, Asr-ı saadet dönemi ve sonrasında aklın ve dilin ortak hareketiyle varolanın nasıl İslamileştirildiği bir emsal olarak vermek mümkündür.

Dil ile düşüncenin kapsam alanıyla ilgili olarak Şakir Kocabaş’ın tespitlerini aktarmak, konunun daha iyi betimlenmesi açısında önemlidir. Ona göre “bir lisan, çoğu zaman insan zihninde bir yazılım gibi çalışır. Bu bakımdan lisanın kullanımı, zihnin aynasıdır… Kullanılan lisanın sınırları, düşüncenin sınırlarını da belirler.” Bu çerçevede dilde meydana gelen bozulmayı önlemenin yolu, o dilin asline/özüne dönüşü sağlamaktır. Müslümanlar için bu öze dönüşün anlamı, Kur’an’dır, Sünnet’tir. Nitekim Kur’an’ın bir diğer anlamı doğruyu yanlıştan, yanlışı doğrudan ayırmaktır (Furkan). Bu perspektif ışığında akıl, dil ve düşünce üzerinde okumalar yapıldığında, bilginin İslamileştirilmesi sürecinin bir unsurunu oluşturacaktır.
 
KAYNAKÇA: -S. Nakib el-Attas, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, çev. Mahmut Erol Kılıç (İstanbul: İnsan Yayınları, 1995). - Şakir Kocabaş, İslam’da Gerçeklik Kavramı, (İstanbul: Pınar Yayınları, 2004).- Osman Bakar, Gelenek ve Bilim, çev. Ercüment Asil (İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2003)- Mustafa Armağan (ed.), İslâm Bilim Tartışmaları, (İstanbul: İnsan Yayınları, 1990)
 
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir