Tarih Boyunca Vahdet Düşmanlığı
Vahdet, birlikteliktir. Müslümanlar birlikteliklerini korudukça Bir olan Allahın yardımına ulaştılar, Allahın yardımına ulaşınca bütün engelleri aştılar, bütün düşmanları yendiler, insan aklını hayretler içinde bırakan fetihler gerçekleştirdiler.
Vahdet, birlikteliktir. Müslümanlar birlikteliklerini korudukça “Bir” olan Allah’ın yardımına ulaştılar, Allah’ın yardımına ulaşınca bütün engelleri aştılar, bütün düşmanları yendiler, insan aklını hayretler içinde bırakan fetihler gerçekleştirdiler.
Kesin bir birliktelik değil, makul bir birliktelik bile Müslümanların İslam düşmanlarını yenmesine ve İslam yurduna yeni yurtlar katmasına yetti.
Bugünkü Batı uygarlığı, tarih üzerine yapılan araştırmalar ve o araştırmalar üzerine yapılan değerlendirmelerden ulaşılan Batı aklının ürünüdür.
Tarihe bakıldığında İslam zaferlerinin kolay fark edilir bir gerçeği vardır: Müslümanların önemli bir kesimini içine alan bir vahdet. Müslümanların yenilgilerinin de o ölçüde kolay fark edilir bir gerçeği vardır: Vahdetin bozulması.
Bu noktadaki tarihi gerçeklik “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 46) ayet-i kerimesindeki mucizenin ispatıdır.
Müslümanlar, tarih boyunca Allah(CC)’a ve Resulü’ne itaat üzerine birleştikçe kuvvet kazandılar; bu birlikten uzaklaştıkça kuvvetten düştüler.
Maveraünnehir’deki kör çekişmeler olmasaydı bugün Çin ve Hindistan, sonraki dönemde baştanbaşa Rusya İslam yurdu olacaktı. Bugün Rusya diye bir ülke varsa bunun tek nedeni Müslümanlar arasındaki çekişmelerin İslam ordularının kuzeydeki ilerleyişini engellemesidir.
Endülüs Müslümanları rehavet içinde birbirlerine düşmeselerdi bugün ne İspanya ne Portekiz ne İtalya ne Fransa diye bir ülke var olacaktı.
Kuzey Afrika’da kurulan İslam devletleri çekişmeselerdi putperest Afrika, Hıristiyan Afrika olacak günleri bekleme cehaleti içinde kalmayacaktı.
Osmanlı, İran şahlarından emin olabilseydi Viyana kuşatması, tarihe küçük bir Viyana fethi olarak geçecek; bugün ne Almanya ne İskandinav ülkeleri ne İngiltere olduğu noktada olacaktı.
Haçlıların Kudüs’ü işgali de Moğolların İslam medeniyetini tarumar etmeleri de Müslümanların çekişme günlerine denk geliyor.
Birinci Dünya Savaşı’nda İslam dünyası siyasi ve askeri olarak tüketilmişse de direnme gücünü korumasında İttihad-ı İslam fikriyatı’nın büyük payı var. Müslümanların birleşebilme ihtimali bile İngiltere ve Fransa gibi dönemin etkin güçlerinin korkmasına ve yer yer geri adım atmalarına yetmişti. Onlar, sadece sözü edilen bir vahdetin sağlanması durumunda bırakın sömürgelerini, kendi başkentlerini bile korumaktan emin değildiler. Bunun için Müslümanlar arasında vahdeti sağlayacak adımlardan özenle kaçındılar, bu konuda birbirlerini ısrarla uyardılar.
Batı’da görüşlerine önem verilen araştırmacılardan Fransız Michel Foucault şu soruyu soruyor:
“12. ve 13. yüzyıla kadar Hıristiyanlıktan son derece daha büyük ve daha güçlü bir dinamizme sahip görünen ve gerçekten de sahip olan Müslüman dünyası, Müslüman dini; dini, askeri, toplumsal, kültürel biçimleri yukarı Ortaçağ Hıristiyan dünyasından çok daha esnek çok daha zengin, çok daha güler yüzlü olan bu dünyada nasıl oldu da belli bir andan itibaren olaylar tersine döndü; Müslüman dünyası hareketsizleşti, belli bir anlamda dondu ve önündeki engelleri kaldırmış ve günümüze kadar evrenselliğin büyük odağı olmuş Hıristiyan bir dünya tarafından yavaş yavaş içerildi (yutuldu) ve sömürgeleştirildi? Bu, tarihin bir sorunudur ama gerçekte felsefenin de bir sorunudur.”
Modern Batı’dan post-modern Batı’ya kalan en büyük sermaye, planlılık ve kararlılıktır.
Küfür güçleri, her olay hakkında sonuçları bir bir değerlendiriyor, onunla ilgili projeler geliştiriyor. O projelere yatırım yapıyor. O yatırımları belli aralıklarla değerlendiriyor. Başarı noktalarına yatırımı artıyor, aksaklıkları gidermek için ek projeler yapıyor.
Modern Batı, Katolik tekçiliğinin etkisi altındaydı, genellikle tek proje üzeri yol alıyordu veya en azından proje renkliliği azdı.
Post-modern Batı ise “müşteri artırma” liberal kapitalizminin etkisi altındadır, daha kazançlı çıkmak için çok sayıda projeyi bir anda yürütüyor.
Öte yandan bugünkü Batı, bir “Amerikan Batısı”dır; Batı’nın İslam’la kurduğu iletişimden elde ettiği insani değerlerden olabildiğine uzak ve Barbar Batı’ya olabildiğine yakındır. Amacına ulaşmak için hiçbir vahşetten kaçınmıyor. Yaptığı katliamlara o katliamların sonuçlarından elde ettiği kazanç yönünden bakıyor. Kazancı büyükse katliamı küçük, önemsiz; kazancı küçük ya da yoksa katliamı büyük görüyor, onu da kâra çevirip ondan dolayı özür dileme gibi yollarla imaj düzeltme yoluna gidiyor.
İşte bu yapıdaki Batı’nın Michel Foucault’un da sorduğu sorudan vardığı bir sonuç vardır:
Müslümanlar makul bir vahdete ulaşınca gücü elde ediyor, vahdetten uzaklaşınca güçten düşüyor.
Bu sonuç, vahdeti mutlak bir hedef haline getiriyor, vurulduğunda Batı için en yüksek kazanç elde edilecek yapı olarak kayda geçiriyor.
Batı, vahdeti vurunca en kapsayıcı kazanca ulaştığını, diğer kazançlarının bunun neticesi olduğunu görüyor ve modern dönemden bugünkü post-modern döneme, Müslümanlara yönelik büyük yatırımını vahdeti bozmaya yönelik yapıyor.
Vahdet, çatıdır. Küfür, o çatı çökerse her şeyin onun altında kalacağı hesabıyla hareket ediyor.
Güvenlik politikaları, sadece savunmayı güçlendirme amaçlı yapılmıyor. Düşmanın enerjisini tüketen noktaların tespiti ve bunların ihtiyaç oranında aktifleştirilmesi, güvenlik politikalarının önemli bir yanını teşkil ediyor.
Batı’nın Müslümanların vahdetine yönelik projelerine bu bilgiler ışığında bakmak gerekir.
Batının Vahdet Karşıtı Projeleri
Vahdeti yok etmeye yönelik saldırılar kök itibari ile fiili saldırı değil, fikri saldırı niteliğindedir. Vahdet karşıtı projelerin başlangıcı silah değil fikirdir. Silahın kullanımı bu projelerin sonucudur ve bu projelerin sonuçlarını artırma, büyütme niteliğindedir.
Batı, bu doğrultuda Müslümanlar arasında şu fikirleri yaydı:
1- Batıcılık: Bu, dikey bir ihtilaftır. Müslümanların bir kısmını Batı’nın herhangi bir ideolojisine (kapitalizm, sosyalizm) çekerek mürtetleştirerek İslam dünyasını bölme projesidir. Bir tür Haçsız, Kilisesiz Hıristiyanlıktır. İslam dünyasına yönelik en eski, en uzun süreli, Batı’ya en sadık adamlar kazandıran ama Müslüman kitleler açısından tek başına en zayıf kalan projedir. Batı’nın bütün çabalarına rağmen çok az Müslüman “salt Batıcı” fikriyat içinde yer aldı ki onların da çoğu sosyalist yapılardır.
2- Batıcılık-Milliyetçilik Sentezi: Ulusalcılığı da içine alan projedir.
Batı, tek başına Batıcılığın etkisiz kaldığını, kitlelere açılmadığını görünce Batıcılığı (hem sağ Batıcılığı hem sol Batıcılığı) milliyetçilikle sentezledi. İttihat ve Terakki ile ondan sonraki Arap, Fars, Kürt ulusalcı hareketleri bu projenin ürünüdür.
Dili laikleştirmeyle, dil milliyetçiliği ile başlayan bu akım, İslam dünyasına ağır bir darbe indirdi; Batı’nın gözünde İslam’a alternatif olacak kadar büyüdü. Modern Batı, onunla İslam dünyasını elde edecek anahtarı bulduğuna inandı. Çünkü onun batıcı yanı Müslümanları mürtedleşmeye götürürken milliyetçi yanı Müslümanları birbirine düşürüyordu. Dolayısıyla bu hem dikey hem yatay bir ihtilaf oluşturuyordu. Müslümanların vahdeti, halen bu akımın ağır yaralarının acısını çekiyor.
3- Bölgesel Milliyetçilik: Batıcı milliyetçilik, ağır tahribatlar yapsa da içinde Batı açısından bir tehlike de oluşturuyordu: Araplar ve Türkler gibi geniş bir coğrafyaya yayılan ve büyük bir nüfustan oluşan Müslüman milletlerin milliyetçilik üzerinden bir bütünlük oluşturmaları.
Bu, Basra Körfezi’nden Büyük Okyanus’a devasa bir Arap dünyası ve Balkanların ortalarından Karadeniz kıyıları ve Azerbaycan üzerinden Çin Seddi’ne ulaşın bir Türk dünyası anlamına geliyordu.
Batı’nın milliyetçilikten beklediği fonksiyon bu değildi. Tedbir aldı ve “bölgesel milliyetçilik” diye uyduruk bir “Mısırcılık”, “Yemencilik”, “Suriyecilik”, “Libyacılık”, “Türkiye Türkçülüğü(Anadoluculuk)”, “Özbekçilik”, “Kırgızcılık” üretti. Özbekçiliği anlamak mümkün ise de “Libya Ulusu” temelli bir Libyacılığı anlamak için hiçbir etken yoktur, tümüyle akıl dışıdır. Ama bu akım, ulus devletlerin eğitim ve propaganda yoluyla oturtuldu. Hem dikey hem yatay bir ihtilaftır. Batı açısından Mürtetleştirmeye de onsuz düşmanlaştırmaya da yaradı.
4- Din Milliyetçilik Sentezciliği: Batıcı milliyetçiliğin yetersiz kalması üzerine onunla aynı işlevde ama farklı renkte üretilmiş bir milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin can çekişmesi üzerine yapılmış bir ameliyattır. Bugün de kısmen tahribatına devam ediyor. Yatay bir ihtilaftır.
5- Mezhepçilik: Batı’nın İslam tarihinden ve modern Batı’nın ümmeti yok etme başarısızlığını değerlendirmesinden ulaştığı en etkili silahtır. Din-milliyetçilik sentezciliği akımı ile birlikte Amerikan menşeli bir akımdır. Milliyetçiliğin başaramadığını başarmaya yönelik bir girişimdir. Tam anlamıyla yatay bir ihtilaftır.
Milliyetçiliğin bütün fikri tohumları, Fransız Mason Locası ve uzantısındaki fikir kulüplerine aittir. O locanın ve uzantılarının ürettiklerini yok edin, İslam dünyasında her bir milliyetçi grubun elinde otuz sayfalık bir doküman kalmaz.
Mezhepçiliğin de (kökleri ne olursa olsun) kışkırtıcı yanları Amerika Savunma Bakanlığı Pentagon’a ve onun uzantılarına aittir. Bir araştırmacı üç kez Kur`an’a el basıp yemin ederek bu bilginin doğru olduğunu söylese yemini kendisine dönmez. (yalan yere yemin etmiş olmaz)
İslam dünyasında Sünni veya Şii bütün mezhep aşırılığı propagandası ve onun etki-tepki düzeneği, hangi ülkede boy verirse versin Amerika ürünüdür. Bu propagandayı yapanların fikir ve finans zincirini izleyin hepsi Pentagon’da soluğu alacaktır.
Bir dönem milliyetçiliğe hizmet edenler nasıl Fransız Mason Locası menşeli ümmet düşmanlığına hizmet ettiyse bugün de mezhep aşırılığı içinde olanlar Pentagon menşeli bir ümmet düşmanlığı içindeler.
Bunun böyle olduğu eninde sonunda anlaşılacaktır.
6- Politik Günahkârlık: İslam dünyasında post-modern arayışlarla ulaşılan yeni bir cephedir. Fikren mürtetleşenlerle hiçbir fikre sahip olmadan arzularına esir olmuş kesimlerin koalisyonudur. Çevrecilik, kadıncılık, eşcinsellik gibi argümanlarla varlık buluyor ve ulus devletlerin oluşturduğu bataklıkta boy atıyor. Bu, tam anlamıyla küfrün bir karşılığıdır. Ne bir şeydir ne hiçbir şeydir. Bir musibettir, bir beladır. Tarihteki günahkârlıktan en önemli farkı, günahkârların günahlarını mukaddesleştirmeleri, açığa vurmakla yetinmeyip ona bir “değer” gibi sahip çıkmalarıdır.
Post- Modern Düşmanlığı Anlamak
Yukarıdaki ilk üç akım, modern Avrupa’dan miras alınan diğer üçü ise Amirakan liderliğindeki post-modern sürecin girişimleridir daha çok. Bugün bunların hepsi aynı anda Müslümanların vahdetine karşı işletiliyor.
Modern yaklaşımla post-modern yaklaşım arasında iki belirgin fark vardır:
1- Modern yaklaşım, Fransız akılcılığının ürünüydü, tek tipçiydi, sadece kendi yolunu deniyor, sentezi risk olarak görüyor; kendi malzemesiyle başkasının malzemesini karıştırmaktan kaçınıyordu. Bunun için onu anlamak ve ona karşı tedbir almak kolaydı. Oysa post-modern yaklaşım; İngilizlere dayanan Amerikan menşelidir, hem kendi imkânını hem başkasının imkânını kullanıyor, sentez yapıyor, neticeye bakıyor. Örneğin birinin dindarlık tarzı sadece kendisiyle sınırlı ama dindarlığının etkileri vahdete zarar verecek nitelikteyse o tarz dindarlığı teşvik ediyor, dolaylı veya dolaysız besliyor. Onun vahdeti yok edici yanına bakıyor, gerisi kitlelere yayılmadıktan sonra onun için anlam taşımıyor.
2- Olayın aslına değil, bilinen haline bakıp o hali ihtilaf için kullanıyor. Esad ve Saddam, ikisi de sosyalisttiler; sosyalistin mezhebi ancak sosyalizm içinde olur. Ama halk onlardan birini Şii, diğerini Sünni diye biliyor. Post-modern vahdet düşmanları, bu halden yararlanarak bu iki adam üzerinden Şii-Sünni ihtilaflarını körüklediler. Bu kurnazlık vahdet düşmanlarına olabildiğine geniş bir alan kazandırıyor. Onlar aynı adamı işlerine gelince “ulusalcı”, “sosyalist”, “Müslüman”, “Sünni”, “Şii”, “Suriyeli”, “Arap”, “Kürt kökenli” diye sayısız etiketle pazarlıyor, her etiketin sadece vahdeti parçalayan yönüne bakıyor. Örneğin, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanları katı Batıcı Kürt kökenli adamlardı. Bunlar bugün Araplara “Kürt kökenli” diye satılıyor, onlar üzerinden Suriye Arapları içinde Kürtlere karşı düşmanlık kışkırtılıyor. Ama Kürtlere de bu adamlar “Arap yönetiminin başı” diye satılıyor ve “Araplar ilk günden size zulmetti” denilerek Kürtler içinde Araplara karşı düşmanlık tohumları ekiliyor.
Bu, tam anlamıyla şeytani bir oyundur. Kim bu oyuna gelirse küfrün hizmetkârıdır.
Vahdet, İslam’ın güç kaynağıdır. Makul bir vahdet, Müslümanların ilahi yardımı almalarının şartıdır; ilahi yardım da Müslümanların zafer kazanmalarının şartıdır. Kim vahdet düşmanlığı yapıyorsa o, Müslümanların esareti için çalışan bir şeytan veya bir ahmaktır.
Abdulkadir Turan / İnzar Dergisi – Ağustos 2013