• DOLAR 32.489
  • EURO 34.791
  • ALTIN 2441.71
  • ...
Avrupa Kıtasında İslam Nuru
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

DİYARBAKIR - İslamiyet bütün Dünya`da hızla yayılma gösteriyor. Avrupa`da İslam nurunun yayılışı ekseninde konunun uzmanı Rotterdam İslam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Özcan Hıdır ile konuştuk.
 

Avrupa göç alan bir kıta olması hasebiyle birçok dini kendi coğrafyasında barındırıyor. Avrupa`nın genel anlamda inanç tablosunu bize aktarır mısınız?
Sizin de ifade ettiğiniz gibi halihazırda Avrupa, pek çok dinî ve etnik grubu bünyesinde barındırıyor. Tarihî sürecini de göz önüne alırsak Avrupa`nın dinsel ve ideolojik anlamda dört temel ayağının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar, "Yahudi-Hıristiyan", "greko-romen", "hümanist" ve "İslâm" olarak isimlendirebiliriz. Günümüzde bunlara uzak-doğu dinlerine dair yönelişler ile "milenyum tarikatları" diye niteleyebileceğimiz modern birtakım akımlar da eklenebilir. Bir de dinden/kiliseden uzaklaşanlar olarak bilinen ve "agnostik", "ateist" ve "deist" gibi muhtelif isimlerle anılanları da unutmamak lazımdır ki, özellikle Batı-Avrupa ülkelerinde bugün bunların oranı yüzde 50-60`ları bulmaktadır.
 

Ülkeden ülkeye farklı rakamlar verilebilirse de, Avrupa`da bugün hakim dinî unsur, Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık, Avrupa`nın Kuzey-Batı ülkelerinde, daha ziyade Luteryenlik, Kalvinistlik, Zwingli Ekolü, Anglikanlar ve Evanjelikler olarak karşımıza çıkar. Avrupa`nın Güneyi`nde ise Katolikler yoğundur. Doğuya doğru gittiğinizde ise Ortodoksluk mezhebi hakimdir.
 

Günümüzde Avrupa ülkelerinde yaşayan ve toplamda sayıları 20 milyonu bulan Müslümanlar, 1950`lerden itibaren Avrupa`ya olan işçi göçü sebebiyle özellikle Kuzey Afrika ülkeleri, Türkiye, Hindistan ve Pakistan`dan gelenlerdir. Bunlara son 20 sene içerisinde çeşitli gerekçelerle İran, Irak, Somali, Afganistan gibi ülkelerden gelen mültecileri de katabiliriz.
 

Avrupa`nın İslam ile tanışması nasıl gerçekleşti? Bu tarihî serüvenden bize bahsedebilir misiniz?

Oldukça detaylara sahip bir soru bu. Ancak kısaca şunları söylemek mümkündür: Avrupa`nın İslâm ile tanışması, esasen yaklaşık 190 yıllık bir periyotta 8 ayrı Haçlı Seferleri iledir. İslâm`ın Avrupa`ya ilk girişi olarak değerlendirebileceğimiz bu seferler ve etrafındaki ilişkiler oldukça detaylara sahip apayrı bir konudur. Bu seferler esnasındaki temasları saymazsak, İslam`ın Avrupa`ya girişi tarihte başlıca üç kanaldan gerçekleşmiştir. Yaklaşık 8 asırlık geçmişe sahip Endülüs İslam Devleti bunlardan en önemlisidir ki, tarihte İslam kültürünün ve İslami ilimlerin Avrupa`yı bu kanaldan alabildiğine etkilemiş olduğu bugün insaflı Batılılarca da kabul ediliyor. Tarihteki Fransız Rahip Peter de Venerable`nin delâletiyle Robert Von Ketton tarafından Latince`ye yapılan ilk Kur`an tercümesi de miladî 1100`lü yıllarda Endülüste yapılmış olup, bu tercüme 3-4 asırlık sürede tek Kur`an tercümesi olarak kalmıştır.
 

İslam`ın Avrupa`ya girişinin diğer kanalı ise Sicilya`dır ki, Müslümanlar burada 2-3 asır hüküm sürmüşler ve özellikle İtalya üzerinden Avrupa`yı etkilemişlerdir. Sicilya`daki Müslümanların bilimsel ve kültürel birikiminin de özellikle İtalya üzerinden Rönesans ve Reform hareketleri üzerinde önemli etkisi olmuştur. Diğer bir kanal ise Osmanlı`nın Viyana`ya gelişidir ki, öncekiler kadar olmasa da, İslam buradan da şu veya bu şekilde etkisini göstermiştir.

 

Müslümanların dini yaşamlarını gören Avrupalılar, kendi dindarlıklarını sorguluyor
Bildiğimiz kadarıyla Avrupa insanının en çok rağbet ettiği din İslâm Dini`dir. İslâm güneşinin Avrupa`daki yayılışını bizimle paylaşır mısınız?

1950 sonrası Avrupa`ya olan işçi göçü ile gelen Müslümanların Avrupa`da modern dönemdeki varlığı ve Avrupa toplumlarında dinlerini yaşama tezahürleri, Avrupalıların kendi dindarlıklarını ve teolojilerini Müslümanların namaz ve oruç gibi ibadetleri üzerinden sorgulamalarını da beraberinde getirmiştir. Zira son dönemde Avrupa`nın çeşitli ülkelerinde daha belirginleşen camiler, namaz ve Ramazan orucu gibi İslâmî ibadetler, Hıristiyanlara ait içi boşaltılmış sembolik ayinlere sahip (liturgie) haftada bir günlük kilise ayininin özellikle sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Buna karşılık Müslümanlar, toplumda tezahürleri oldukça belirgin olan namaz ve oruç gibi ibadetleriyle, Ramazan ve Kurban bayramlarındaki dayanışma örnekleriyle, aslında sekülerliğin alabildiğine öne çıktığı batı toplumlarındaki günlük hayatlarında, son derece dinamik bir inancı ve bu inancın yön verdiği ibadet hayatını yaşıyorlar.
 

Bu açıdan bakılırsa, paradoks gibi görülse de, Müslümanlar, azınlık olmalarına ve bütün İslâm karşıtı (islâmofobik-anti islâmist) söz ve eylemlere rağmen, Avrupa`da -tabir yerinde ise- adeta toplumdan uzaklaştırılmış olan inancı ve inanca ait yardımlaşma, dayanışma, merhamet, fakir ve muhtaçları gözetme, sıla-i rahim ve komşuluk gibi değerleri tekrar toplumsal mekânlarda görünür hale getiriyor. Bütün bunlar, modern seküler hayatın ve ferdiyetçiliğin sonucu olarak, gayr-i Müslimlerin hayatında pek de tezahürleri olmayan, genelde kaybolmuş değerlerdir. Esasen Müslümanların, maneviyat boşluğu ve krizi yaşayan Batı insanına en önemli katkısı da bu noktalarda olmaktadır ve gelecekte de olacaktır.
 

Üstelik bu durum gittikçe daha da belirginleşiyor. Yani Avrupa`da İslâm ve Müslümanlar, günümüzde Avrupa`nın dinî bilincini sorguluyor, ama aynı zamanda da Avrupa ve Batı`nın çağdaşı haline geliyor. Bu durum, Müslümanların kendine güvenlerini artırırken, Avrupalılar cephesinde ise son 10-15 yılda kendi içindeki İslâm`ın daha fazla farkına varmasına yol açıyor. Bu ise tabiatıyla İslam ve Müslümanlara yönelik çoğunlukla menfî propagandaları, son olarak Amerikalı rahibin 11 Eylül`ün yıldönümünde Kur`an`ı yakacağını ilan etmesi vb. pek çok hadise de olduğu gibi, İslamofobik-Kur`anofobik söylem ve eylemleri de körüklüyor. Bu söylem ve eylemleri biz, Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti İslamizm adlı eserimizde ele almıştık. Dolayısıyla ilgilenenler o kitabımıza müracaat edebilirler.
 

"Müslümanlar artık Avrupa dışındaki öteki değil"
Bu itibarla şunu söyleyebiliriz ki, İslâm ve Müslümanlar, ibadetleri, bayramları ve diğer değerleriyle, günümüzde alabildiğine bir Avrupa meselesi haline gelmiştir. Bir anlamda İslâm ve Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi artık Avrupa dışındaki "öteki" değil, Avrupa içindeki "öteki" oluyor. Üstelik Batı`daki kaybolmuş değerleri inşa edebilecek bir "öteki" oluyor. Bu ise içeride zaman zaman değerler çatışmasını tetikliyor. Minarelerin boyundan ezan sesine ve zaman zaman kamuya ait alanlarda kılınan namazlara kadar hararetli tartışmalar yapılıyor. Bazı yerlerde camilerin minaresiz yapılması isteniyor. Yani aslında Avrupa kamusal alanının en korkulu heyecan verici konuları, son zamanlarda hep İslâm ve Müslümanlar etrafında tartışılıyor. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri İslâm`ın varlığını kendi bünyelerinde birebir yaşıyor ve bir arada yaşama ve anlama sorunu ile yüzyüze gelmiş haldeler. Bir anlamda "öteki Avrupa" "eski Avrupa"yı dinî ve teolojik anlamda ateşliyor. Yani Müslümanlık ibadetleriyle ve sembolleriyle alabildiğine görünür hale gelmişken, aynı oranda bu görünürlük de tartışılıyor.
 

Avrupa`nın geleceğine artık sadece Hıristiyanlar yön vermiyor
Geçmişte olduğu gibi, artık Doğu ve Batı gibi keskin ayırımların anlamsızlaştığı da bir başka gerçek. Eskiden Batı`ya doğru gittikçe Doğu`dan uzaklaşılır, şimdi Batı`ya doğru gittikçe Doğu ile karşılaştığımız dinamik, iç içe geçmiş global bir süreci yaşıyoruz. Bir anlamda Müslümanlar seccadelerini Batı`nın ve Avrupa`nın her yerine seriyor; adeta oraları seccade yapıyorlar. Tebuk Seferi`ne çıkmazdan evvel Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem`den,

"-Yâ Rasûlallâh! Bana ezberleyeceğim bir şey tavsiye buyurunuz" diye sorması üzerine Abdullah b. Revâha radıyalahü anh`a,

"-Sen yarın Allâh`a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri (namazları) çoğalt" (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 758). buyurması gibi, gayr-i Müslim ülkelerde secdelerini çoğaltıyor, oruçlarının manevî atmosferini yaşıyor, iftar sofralarını ve çadırlarını Avrupa`nın merkezlerinde kuruyor, Ramazan ve Kurban bayramının bütün nuraniyet ve ruhaniyeti ile alabildiğine yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Kurbanı bütün hücrelerinde hissetmeye ve dolayısıyla Cenab-ı Hak`ka kurbiyet kazanmaya çalışıyorlar. Yani "yaşlı kıta"nın geleceğine artık sadece Hıristiyanlar yön vermiyor. Kiliselerin üye sayısının son yıllarda ciddi oranlarda azalması, bazı kiliselerin kapılarını pazar günü haricinde -ki o da çoğu yaşlı kişilere- açamaması, bunun en önemli belirtisi olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa`nın önemli şehirlerinde bugün pek çok tarihî kilise binasının müze ve kafelere dönüştürülmüş olması, biraz daha şanslı olanların ise Müslümanlar tarafından satın alınıp camiye çevrilmiş olması, bunu gösterse gerektir.
 

11 Eylül`den sonra İslam`a girenlerin sayısı arttı
Bütün bunların bir sonucu olarak, özellikle 11 Eylül sonrası dönemde sadece Amerika`da İslam`a girenlerin sayısının 550 bin olduğu söyleniyor. Fransa`da günde ortalama 3-4 kişinin İslam`a girdiği veya ilgi duyduğundan bahsediliyor. Almanya`da yaklaşık 150-200 bin civarında yerli Müslüman`ın varlığı konuşuluyor. Bütün bunlar, diğer yandan "Avrupa Müslümanlaşıyor mu?" sorusunu beraberinde getiriyor ve buna paralel olarak da korku pompalanıp karalama kampanyaları açılıyor.
 

Tabiatıyla bütün bunlar, Müslümanlar üzerinde bazı yeni önemli sorumluluklar da yüklüyor ki, bu ayrıca üzerinde konuşulması gereken bir olgudur.
 

İnanç krizi yaşayan Avrupalılar İslam`a rağbet ediyor
İslâm nuru ile müşerref olan Avrupalı Müslüman kardeşlerimiz genel anlamda hangi yaş grubunu oluşturmaktadırlar? Bu kardeşlerimizin İslamiyet`e adım atmalarıyla ne tür tepkilere maruz kalıyorlar?

Avrupa`da İslâm`a ihtida edenlerin yaş gruplarına dair elimizde net istatistikî bilgiler maalesef yok. Ancak Avrupa`nın çeşitli ülkelerini panel konferans ve seminerler vermek için dolaşan bir akademisyen olarak şahsî gözlemlerim olarak şunu ifade edebilirim ki, özellikle inanç krizi ve aidiyet duygusundan yoksun yaşayanların İslâm`a rağbet ettiklerine şâhit oluyoruz. Bunlar arasında da üniversite gençliği ve kadınlar önemli bir yekün oluşturuyor. Bunların arkadaşlık ettikleri dinini güzel yaşayan ve zihni açık Müslümanlardan ve bilhassa da, İslâm`ın da özellikle tasavvufi anlamdaki büyük şahsiyetlerinin söz ve hayatlarından etkilendiklerine şahit oluyoruz. Bu insanlar Hıristiyanlığın kalıplaşmış değer yargıları ile statik ibadet hayatından İslâm`ın dinamik ibadet hayatına yöneliyorlar. Bu arada Kur`ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber`in hayatı (sünnet-sîret) da onları cezbeden iki temel kaynak oluyor. Paradokstur ki, bu iki kaynak aynı zamanda Batı`da en çok tartışılan da iki kaynaktır. Yani özellikle 11 Eylül sonrası dönemdeki İslâm`a yönelik saldırıları göz önüne alacak olursak, en yoğun olarak Kur`an`a ve Hz. Peygamber`e saldırıldığını görüyoruz. Yeterince dikkat çekicidir ki, bu olumsuz saldırılar, esasen aynı zamanda onlara olan ilgiyi ve açılımları da beraberinde getiriyor.
 

Avrupalı mühtedileri en fazla etkileyenler İslam`ı hakkıyla yaşayan Müslümanlardır

İlgili araştırmalar ve yaklaşık 7 senelik şahsî gözlem ve tecrübelerimiz sonucu şunu rahatlıkla söylemem mümkündür ki, İslâm`a giren kişileri (mühtedi) etkileyen en önemli etken, İslâm`ı hakkıyla yaşayan örnek şahsiyetler ile ahlâkı ve İslâmî yaşantısı düzgün kimselerdir. Bu da bize iman-amel bütünlüğünün önemini hatırlatır. Bu durum Batı ülkelerinde -veya genelde bütün gayr-i müslim ülkelerde- ise özellikle önemlidir. Buradan hareketle imanın hayata tatbiki diyebileceğimiz zühd hayatı/tasavvuf ve mutasavvıfların İslâm`a yönelik ihtida hareketlerindeki rolü ortaya çıkar. Zira tasavvuf, İslâmî bilgisini hayatına tatbiki önceleyen "ihsan" kıvamında bir kulluğun adıdır. İman ile İslâm`ın davranışlara dökülmesidir.
 

Bu durum, Batılı insanın aslında en fazla eksikliğini duyduğu ruh dünyasındaki manevî boşluğunu doldurmaya çalıştığı anlamına gelir. Zira Batı`da, dinin modern hayattan çıkarılması gerektiğine dair tartışmaların bir sonucu olarak, dinden uzaklaşma, yukarıda da söylediğimiz üzere, oldukça yüksek oranlara ulaşmıştır. Kanaatimizce bu, sıkıntılı durumlarında insanların, sığınacağı güvenli bir liman ve sığınak olan inanç açısından bir boşluk ve krize yol açmaktadır. Bu ise en iyi şekilde ruh, gönül ve kalbe hitap eden söz/zikir ve davranışlarla giderilebilir ki İslam burada en iyi limandır. Zira İslâm`a giren Batılıların pek çoğunun İslâm`a giriş kıssaları dinlendiğinde, Müslüman olan komşusunun güler yüzünden, misafirperverliğinden, ahlâkî özelliklerinden, cömertlik ve yardımseverliğinden, merhametliliğinden etkilendiği anlaşılır. Bu etkilenme de, çoğu zaman bilinçli değil, kendiliğinden/spontan olur. Buradan hareketle Batı`da yaşayan Müslümanların bulundukları her ortamda etrafına huzur veren, toplumsal problemlere ve meselelere çözüm üreten, komşularıyla iyi ilişkiler kuran, topluma yararlı ve gönlü geniş örnek şahsiyetler olması önemlidir.
 

İslam kültürünün güzelliklerini muhtelif vesilelerle batı dünyasına tanıtmak lazım
Diğer taraftan İslâm`a olan ihtida/hidayet vakalarında bazen ihtida süreci uzun bir zaman dilimine yayılabilir. Bu aslında bir arayış sürecidir. İnanç açısından krizde olan kimse, bazen gördüğü İslâm`a dair güzel işten veya bir görüntüden etkilenerek arayışa girer. Bazen bu, Müslüman bir kimsenin yaptığı güzel bir muamele olabildiği gibi, bazen da Ka`be görüntüsü, İslâm kültür ve medeniyetine ait güzel bir resim, güzel/estetik görünümlü bir cami veya türbe resmi veyahut da hat, ebru, tezhib gibi güzel bir sanat eseri olabilmektedir. Dolayısıyla her fırsatta İslâm medeniyetinin, kültürünün güzelliklerini günümüzde geçerli olan muhtelif vesilelerle Batı dünyasına taşımak icap eder. Aslında bütün bunlar, İslâmî güzellikleri en güzel surette aktarmada, İslâm imajını düzeltmede günümüzde başlı başına birer vasıta haline gelmiştir.
 

İslam`ı seçenlere yönelik ilk bilgilendirme çok önemlidir
Batı`da İslâm`ı seçenlere (mühtedi) yönelik ilk ve sonraki bilgilendirme ve yönlendirmelerin yönteminin nasıl olacağı konusu da, burada özellikle önem arz etmektedir. Zira din değiştirme süreci öyle kolay bir süreç değildir. Bu insanların İslâm`ı kabulünden sonra çoğu zaman onları çok büyük zorluklar bekliyor veya karşılaşıyorlar. Bunları, moda tabiriyle "mahalle baskısı", aileden, arkadaş çevresinden dışlanmışlık, yeni İslâmî çevreye alışmadaki zorluklar, Müslümanların ilgisizliği veya onlara yardım konusundaki yetersizlikleri veya onlara verilecek ilk İslâmî bilgilerdeki eksiklik ve yanlışlıklar. Bütün bunlara, İngilizceyi saymazsak, diğer batı ülkelerinin dillerinde, Kur`an ve Sünnet`e dair tercümeler başta olmak üzere, yeterli İslâmî kaynağın olmamasını da ekleyebiliriz.
 

Bu ise yukarıda da söylediğimiz üzere Müslümanların üzerine önemli sorumluluklar yüklüyor. Ancak son yıllarda bu anlamda güzel bazı gelişmelerin de olduğunu burada belirtmemiz kadirşinaslık olacaktır.
 

İslâmî cemaat, kurum ve kuruluşların Avrupa`da İslâm`ı en güzel surette tebliğ ve temsil için gerçekleştirdikleri çalışmalardan bize bahseder misiniz?

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Batı ülkelerinde, ilgili devletlerin resmî kurumları tarafından gerek Ramazan ve Kurban bayramlarında çeşitli festival ve etkinlikler düzenlenmekte ve Müslümanların bu yöndeki programlarına destek verilmektedir. Hatta Avrupa`nın bazı büyük kentlerinde Müslüman kurum ve kuruluşlar tarafından çok çeşitli isimler altında "Bayram etkinlikleri" düzenlenmektedir. Bu etkinliklere bazı kurum ve kuruluşlar da sponsor olabilmektedir. Bu ortamlarda Müslümanlar ile gayr-i Müslimler bir araya gelmekte, ziyaretçilere çeşitli ikramlarda bulunulmakta, günün anlam ve önemine dair de konuşmalar yapılmakta, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar birbirlerini tanıma ve tanıtma imkânı bulmakta; Müslüman olmayanlar, İslâm`ın dini günlerini ve dolayısıyla güzelliklerini doğru bir şekilde bizzat Müslümanlardan dinleme fırsatı bulabilmektedir.
 

Bu itibarla gerek Ramazan ve bayram etkinlikleri artık sadece İstanbul Üsküdar`da, Eyüp Sultan`da, Fatih`te, Sultan Ahmet`te, Ankara`da, Konya`da, Kayseri`de, Sivas`ta, Samsun`da, Antep`te, Urfa`da, Diyarbakır ve Trabzon`da değil; Berlin, Köln, Münih, Hamburg, Paris, Viyana, Londra, Amsterdam, Rotterdam, Bürüksel ve New York gibi batı ülkelerindeki bazı büyük şehirlerde de yapılıyor. Hollanda`nın başkenti Amsterdam`ın dünyaca ünlü Dam Meydanı`nda son yıllarda Müslim gayr-i Müslim ayırımı yapmaksızın hemen bütün ramazan boyunca iftariyelikler dağıtılıyor; bayramlarda Hollanda çapında farklı çok çeşitli faaliyetler yapılıyor. Bu etkinlikler tabiatıyla İslâm`a ve Müslümanlara ait güzellikler olarak medyada da yer alıyor ve bu yolla, Fransız mühtedi Eva Meyerovich`in isimlendirmesiyle, "İslâm`ın güleryüzü" bütün sevecenliği insanî ve ruhani boyutuyla gündeme geliyor, gönüllere sürur veriyor.
 

Hıristiyan din adamlarının Müslümanların yaşantılarını örnek gösteriyor
Bu durum, genelde olumsuz olan İslâm ve Müslüman imajına olumlu katkı yaptığı gibi, aynı zamanda Müslümanlara dinlerinin güzelliklerini aktarmak için tamamen tabi bir ortamda iyi bir tebliğ ve temsil ortamı da sunuyor. Zaman zaman "agnostik" olduğu veya "ateist" olduğunu bildiğimiz kişilerin, Avrupa ülkelerindeki iftar programlarından, bayram münasebeti ile yapılan programlardan, Kur`ân-ı Kerîm okunan meclislerden manevî haz duyduklarını belirtmelerine şahit olmaktayız. Hatta Hıristiyan din adamlarının dahi kendi bağlılarına, şu veya bu maksatla, İslâm`ın namaz, oruç ve zekât gibi toplumda görünürlüğe sahip olan ibadetlerini, Ramazan ve bayramlardaki dayanışma ve ziyaretleşmeleri örnek gösterdiklerine de zaman zaman şahitlik ediyoruz.
 

İslâm ülkelerinde olduğu gibi, semalarında minarelerin yükselmediği, günde beş vakit ezanların semalarını çınlatmadığı, teravih namazlarının o kutlu ikliminin alabildiğine ruhumuzu sarmadığı, Ramazan gecelerini mahyaların, Kurban bayramı sabahlarını tekbirlerin çok az süslediği ülkeler ve beldeler olan batı ülkelerinde veya daha geniş tabirle Müslümanların azınlıkta yaşadığı ülkelerde, sözünü ettiğimiz bu tür sembolik sayılabilecek faaliyetler, İslâmî kimlik ve kültürün oradaki Müslüman nesillerin zihnine kazınması açısından da ayrıca anlamlı ve eğiticidir. Zira Türkiye gibi Müslüman ülkelerde bir ezan sesi duymak, Ramazan`a ait ruhaniyet ve maneviyat iklimindeki ibadetlerin yansımalarını görmek, bayramın ruhani havasının sinmiş olduğu kurban etlerinin kokusunu duymak, kurbanın ontolojik yansımaların hissedebilmek için genellikle özel bir gayret sarf etmenize gerek yoktur. Oysa Avrupa`da Cuma ezanını dinlemek için bile camilerin içerisine girmeli, Ramazan günlerindeki iftar programları, Bayram günlerindeki sevgi, saygı ve hal-hatır sormanın zirve yaptığı özel etkinlikleri beklemelisiniz.
 

Dolayısıyla bütün olumsuz propagandalara, islamofobik tutumlara rağmen diğer yandan çok güzel gelişmeler de olmaktadır. Müslümanlara ait Avrupa`nın her yanına yayılmış, minareli camiler, eğitim ve kültür kurumları ile yayım faaliyetlerini de bunlara eklediğinizde, daha yapılacak çok iş olmasına rağmen, yapılan faaliyetlerin ve gelinen noktanın da küçümsenmemesi gerektiğini gösteriyor.
 

Avrupa`nın sorunu Müslümanlarla değil, İslam`ladır
Halkının tamamına yakın Müslüman olan ülkelerde bile İslam birtakım engelleme ve karalamalara maruz kalabiliyor. Avrupa`da Müslüman kardeşlerimizin maruz kaldıkları sıkıntı ve zorlukları bize aktarır mısınız?
 

Yukarıda farklı vesilelerle ifade ettiğimiz gibi, tarihinden gelen reflekslerle Avrupa`nın İslâm`a ve Müslümanlara bakışı genelde negatif olmuştur. İslâm`ın bir son ilahî din olarak gelmiş olması bunun kanaatimce esas sebebidir. Yani Avrupa`nın problemi, görünürde Müslümanlarla gibi görünüyorsa da, esasen İslâm iledir. Bunun bir sonucu olarak tarih içerisinde İslâm`ı ve onun değerlerini karalama, yozlaştırmaya dair çalışmalar ve kampanyalar hiç eksik olmamıştır. Oryantalizm diye nitelenen ve İslâm ile alakalı devasa bir literatüre sahip alan bunun en önemli göstergesidir. Buna göre İslâm, tarihte Hıristiyanlığın "sapkın/heretik bir kolu", "bir ideoloji", "şiddet dini" olarak görülmüş ve buna paralel olarak da Kur`an ve Hz. Peygamber`e yönelik oldukça çirkin tanımlamalar ortaya konmuştur.
 

Kanunlar Müslümanların aleyhine yorumlanıyor
Bu tarihin yansıması olarak, şu veya bu kılıf altında bu tür tanımlamalar devam ediyor. Neo-oryantalizm/oryantalizm ötesi" veya "siyasî oryantalizm" diye nitelenen faaliyet alanı bu konuda alabildiğine mesafe kat etmiş durumdadır. Bunun yansımalarını hemen her gün global planda ve medyada görebiliyoruz. Bütün bunlar Avrupa`da veya daha geniş anlamda Batı`daki Müslümanları negatif olarak etkiliyor. İslâm ile alakalı hemen her gün şu veya bu ülkede saldırılar, hak ihlalleri, hakaretler ve karalama kampanyaları görülüyor. Bu da daha ziyade "fikir özgürlüğü", "entegrasyon politikaları", iş ve eğitim piyasasında "ayırımcılık" ve kanunların çifte standartlı olarak yorumlanması ile yapılıyor. Yasal yollardan hak aranması durumunda ise, istisnalar olmakla birlikte, kanunlar da genelde Müslümanların aleyhine yorumlanıyor.
 

Bütün bunlara Müslümanların kendi içinden kaynaklanan "içsel problemler"i de katabiliriz ki, kurumsal anlamdaki yetersizlikler, etnik-sekter bölünmüşlük, ortak paydalarda buluşup ortak hak aramanın başarılamaması, İslâm`ı, Avrupa`yı ve dili bilen "dinî-entellektüel" anlamda Müslümanlara yön verecek kimselerin yetersizliği gibi sebepleri de eklersek meselenin önemi çok daha belirginleşecektir.
 

Son olarak bizlerle ihtidâya götüren dinamikleri, mühtedîlerin Batı ülkelerindeki rolünü ve bir "hidâyet öyküsü"nü paylaşır mısınız?

Bilindiği üzere, bir inanç sisteminden diğerine geçiş tecrübesini tanımlamak için "ihtida" veya "hidayet" kullanılıyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi, Batı ülkelerinde hemen her gün pek çok ihtidâ hadiseleri yaşanıyor. Ne var ki bütün bu hadiseleri, farklı gerekçeler, şartlarda gerçekleşiyor. Bir kimse samimi ve içten bir yönelişle kendi toplumunun dinî değerlerini reddederek başka dinlerde gerçeği arayabileceği gibi, psikolojik, sosyolojik, coğrafî, siyasî ve kültürel sebeplerle de dinini değiştirebilir. Bu itibarla mühtedileri din değiştirmeye sevk eden dinamiklerin neler olduğu, ihtidanın hangi şart, zaman ve zeminde gerçekleştiği, sosyolojik, siyasî ve kültürel olarak ihtidanın arka planındaki gerçeklerin neler olduğu bilmek, bugün dünden daha önem kazanıyor. Dolayısıyla günümüzdeki mühtedilerin hikâyelerindeki temel saik değişmemekle birlikte detaylarda pek çok farklılıklar olabiliyor.
 

Diğer taraftan şunu da bu vesile ile vurgulamalıyız ki, Ehl-i kitap`tan (Yahudi-Hıristiyan) birinin ihtidasıyla, herhangi bir dine inanmayanların (ateist, agnostik) Müslüman olması, bu süreci yaşayışları, bu süreçte rol oynayan faktörler ve sonraki hayatları açısından ayrı ayrı görülmelidir. Yani Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi İslâm`a göre ilâhî kaynaklı dinler ile ilâhî kaynaklı olmayan dinlerden ihtida edenler ile ateist-agnostik olanların İslâm`ı seçenler farklılık arz edebilir. Zira kişinin, ihtida ettiği yeni dininin, önceki diniyle temel bazı referanslar ile dinî-kültürel yönelişlerin bir kısmında uyuşuyor olması, ilk anda olmasa bile, bir müddet sonra mühtedinin geçmiş din ve kültürüyle yeni dininin bazı inanç ve uygulamalarını karşılaştırıp, zaman zaman önceki dinine atıfta bulunması sonucunu doğurabilir.
 

Şüphesiz bu karşılaştırmalar, şayet mühtedi yeni dininde kalbi tatmin olmuş ise, günümüz Batı dünyasında İslâmî hakikatleri daha iyi anlatmak için faydalı ve hatta zaman zaman gerekli bile olabilir. Nitekim İslâm`a girmiş (mühtedi) Batılı bazı Müslümanların, İslâm`ın mesajlarını bulundukları ülkelerde tebliğ etmede son yıllarda önemli mesafeler kat ettikleri de inkâr edilemez bir gerçektir. Zira bu kişiler, içerisinden geldikleri din, kültür ile kural-norm ve değerleri iyi bilmektedirler. Ayrıca lisan konusunda gerekli donanıma da sahiptirler. Burada önemli ve gözden kaçırılmaması gereken husus, bu mühtedilerin İslâm`ı iyi bir şekilde özümsemeleri ve gerekli İslâmî bilgi ile donanımlı olmalarıdır. Batı ülkelerindeki Müslümanların varlığı ve kalıcı işler yapabilmeleri, biraz da nitelikli ve ilmî donanımlı bu mühtedilerin İslâmî hizmetlere katılımı ile yakından ilgilidir.
 

Aynı durum inançsız (ateist, agnostik vb.) iken İslâm`ı seçenler için de geçerli olmakla birlikte, onlarda bu karşılaştırmalar çok daha az olacaktır. Zira onlar zaten herhangi bir dini inanca sahip değildirler. Batı`da özellikle Batı Avrupa ülkelerinde herhangi bir dine inanmama yani dinden uzaklaşma -aslında kiliseden uzaklaşma- önemli bir gerçek haline gelmiştir. Hiç şüphesiz bu durum, bu insanların gönlünün İslâm`a açılması bakımından önemli fırsatlar da sunar. Zira kanaatimizce sıkı sıkıya dinine bağlı kimselerin İslâm`a yönelmeleri kolay değildir. Burada önemli olan, -aşağıda ele alınacağı gibi- Müslümanların özellikle bu tür kimselere yönelik olarak ortaya koyacakları İslâm`ı takdim etme yöntem ve üsluplarıdır.
 

Mühtedilerden şahsî olarak tanıdığım talebelerim ve arkadaşlarım vardır. Şunu genel olarak söyleyebilirim ki, kendilerine hayat hikâyeleri sorulduğunda bu insanlar genelde çekingen davranıyorlar ve anlatmaya yanaşmıyorlar. Buna rağmen pek çok ihtida öyküsü de dinledim. Ancak burada, Batı ülkelerinde Namazla Diriliş adlı geçen sene yayımlanan kitabımın "Namazla hidayete erenler" başlığı altında yer verdiğim ve sonradan Abdulazim Sanders adını alan İngiliz fotoğraf sanatçısının hidayet öyküsüne kısaca yer vereceğim. Şöyle anlatıyor:
 

"İslâm`a girişim tıpkı İslâm gibi güzel, bir hadise sonucu oldu. Çıktığım dünya turlarından birinde Hindistan`a da gitmiştim. Bu ülkede bir gün yolcu istasyonundaki insanları fotoğraflamaya çalışıyordum. İstasyon gerçekten çok kalabalıktı. İşte o yoğun kalabalığın ortasında yaşlı bir kadın temiz örtü çıkarıp yere serdi ve namaz kılmaya başladı.
 

O sürekli hareket halindeki kalabalık ortamda sükûn halinde olan bir tek o kadındı. Bu manzara beni gerçekten çok etkilemişti. Sonradan öğrendim ki bu yaşlı kadın Müslüman`mış. İşte bu hadise benim İslâm ile tanışmama vesile oldu."
 

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
 

Estağfurullah hocam, bize vakit ayırdınız, kıymetli bilgilerinizden istifade ettik inşallah. Biz sizlere şükranlarımızı sunuyoruz. (Ayetullah Turgut - İLKHA)

Bu haberler de ilginizi çekebilir