Kimsesizlerin Kimsesi!
Kimsesizliği ve çaresizliği hiç bu kadar çok hissetmemişti.
Hiçliğinin farkında olmamıştı hiç bu denli Oturduğu berjerde gömülüp kalmıştı epeydir. İçine düştüğü buhrandan ruhunu nasıl çekip alacağını düşünüyordu kara kara. Öyle ki; ne vaktin ilerlediğinin ne de oğlunun okuldan dönme vaktinin geldiğinin farkındaydı...
Kimsesizliği ve çaresizliği hiç bu kadar çok hissetmemişti. Hiçliğinin farkında olmamıştı hiç bu denli… Oturduğu berjerde gömülüp kalmıştı epeydir. İçine düştüğü buhrandan ruhunu nasıl çekip alacağını düşünüyordu kara kara. Öyle ki; ne vaktin ilerlediğinin ne de oğlunun okuldan dönme vaktinin geldiğinin farkındaydı.
Evdeki kasvetli havayı ve yalnızlığını bölen bir çalış tutturdu kapının zili. Bu da kim şimdi, dercesine isteksiz isteksiz kapıya yöneldi. Kim o, demesine fırsat kalmadan “Hadi anne, açsana kapıyı” sesi yükseldi. Kapıyı açmasıyla oğlunun boynuna atlaması ve yanağına bir öpücük kondurması bir olmuştu.
- Oğlum yavaş ol biraz. Bu ne heyecan böyle! Hem neden erken geldin?
- Anne ya saatten haberin yok mu senin!
- Saat 1 oldu demek…
- Tabi ya. Annecim bugün yıldızlı pekiyi aldım…
- Aferin oğluma… Bu öpücüğü ona borçluyuz demek… Aç mısın?
- Yo, beslenme çantamdakileri bitirdim ben…
- Hadi bakalım, doğru banyoya. Elini yüzünü yıka, abdestini de al… Sohbete gideceğiz.
- Alilerde gelecek mi anne?
- Büyük ihtimalle…
- Yaşasın! Ben hemen hazırlanırım. Mavi gömleğimi giyeyim mi?
- Nasıl istersen…
Nuran Hanım yaklaşık 10 yıllık evliydi. Önceleri çocukları olmuyor diye epey sorun yaşamışlardı. Bir yandan aile baskısını görmüşler öte yandan çevrenin olur olmaz söylemlerine muhatap olmuşlardı… Ancak karı-koca büyük bir teslimiyetle bu imtihanı geçirmişler ve 3 yılın sonunda bir erkek çocuk sahibi olmuşlardı. Şimdi oğlu büyümüş 7 yaşına basmıştı. İlkokul 2. sınıfta okuyordu.
Bir an yıllar öncesine kaydı zihni. Tıbben hiçbir sorunları olmamasına rağmen çocuk sahibi olamayışın hüznünü yaşadıkları o zamana. En çok da kendisi içerlemişti bu duruma ve içten içe dualar etmişti rabbine. Yine bir namaz sonrası dua ederken ansızın beyninde çakan bir şimşek ona bir şeyler fısıldamıştı; ‘Zinnur ablanın çocuğu olmadığı için içinden onu nasıl da garipsemiştin oysa!’
Ansızın gönlüne düşen o ateş duasının seyrini değiştirmiş; dili de kalbi de ‘tevbe’ye durmuştu o an! “Rabbim!” demişti gözyaşları içinde… “Yıllar evvel yapmış olduğum bir hatanın ceremesini çekiyormuşum meğer. Sen rahmeti geniş olansın. Bana günahımı hatırlatarak rahmet ettiğin gibi pişmanlığımı ve tevbemi de kabul buyur. Kardeşimin elinde olmayan bir durumunu kusur olarak değerlendirişim esasen Senin hikmetini sorgulamakmış. Senin hükmüne kafa tutmakmış. Bu had bilmez kulunu bağışla. Sen şahitsin ki yeni yeni farkına varıyorum yaptığım yanlışın… Senin kudretini sorgulayışımın... Pişmanım Rabbim. Çok pişmanım…”
Şimdi oğluna her sarılışında içten içe şükrediyordu Nuran Hanım! Ona her bakışında kabul olan duasını; makbul görülen tevbesini hatırlıyordu. Azmi bileniyordu. Ne var ki son günlerde ruhu adeta bir cendereye alınmış, sıkışıyordu. Çevresindeki onca kişiye dahası gözünün nuru eşi ve çocuğuna rağmen kendini büyük bir boşlukta, yapayalnız hissediyordu. Bedenini, ruhunu ve gönlünü azaba duçar ediyordu bu kimsesizlik hissi… Bir anlam da veremiyordu üstelik yaşadıklarına…
***
- Annecim ben hazırım. Nasıl, yakışıklı olmuş muyum?
Kendisini daldığı âlemden çekip alan sesin sahibine yöneldi usulca. Ona her bakışında gözlerinin içi parlardı. Yine öyle oldu. Sevgiyle sarıldı oğluna:
- Ahmed’im… Evet çok yakışıklı olmuşsun. Gerçi benim oğlum her haliyle güzel. Ama abdest alıp takke takınca tabi daha bir nurlu oluyor yüzün…
- Anne, okula da böyle gitsem olmaz mı?
- Şu an için olmaz oğlum. Ama merak etme ilerde istediğin yerde takarsın takkeni. Hadi bakalım geç kalıyoruz. Bir an önce çıkalım…
- Arabamı da alayım mı anne? Aliyle oynarız belki.
- Olur, ama daha önce anlaştığımız gibi sizin için ayrılan odada güzelce oynayın. Gürültü olursa sohbet verimsiz olur.
- Tamam anne… Gürültü yapan olursa kızarım ben…
- Yok oğlum kızma sakın. Güzelce uyar sadece. Hem sen ve Ali en büyüklerisiniz. Siz uslu olursanız onlar da size uyar…
***
Genişçe bir salondu sohbet için toplandıkları yer. Muntazaman dizilmiş minderler, bir duvarı boydan boya kaplayan zengin bir kitaplık ve duvarda asılı birkaç tablo vardı. Salonun başköşesine sohbeti yapacak olan kişinin işini kolaylaştıracak küçük bir sehpa bırakılmıştı. Yaklaşık otuz kişinin iştirak ettiği sohbete, Yasin ve kısa birkaç tane daha surenin okunmasının ardından başlayan genç kadına dikkat kesilmişti Nuran Hanım.
Hz. Musa’nın duasıyla; ‘Rabbim dilimdeki bağı çöz ki sözümü anlasınlar…’ diyerek başlıyordu sohbete:
“Sevgili ablalarım, kardeşlerim. Bugün tevbe konusunu işleyeceğiz inşallah. Sizler de soru ve görüşlerinizle sohbete iştirak edebilirsiniz. Öncelikle yüce Rabbimiz Kitab-ı Mübin’de bizleri tevbeye nasıl davet ediyor bakalım…”
“Allah, size açıklayarak anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa / 26)
Genç kadın anlattıkça dinleyenlerin yüzlerinde gezinen korku ve ümit arası dalgalar dikkatini çekiyordu Nuran Hanımın. İnsanoğlu ne kadar da farklı bir yapıya sahipti sahi. Bazen küçücük bir umut belirtisi dahi üzerindeki bütün gamı ve kederi alıp götürebiliyordu. Bazense türlü türlü vaatlerle bile bir türlü sükûna ermiyordu gönlü. Oysa müminleri “Korku ve ümit arasında” olarak vasfeden yüce yaradan bunda sebat etmenin inceliklerini de açıklamıştı kullarına. Bu minvalde tevbe kapısını da sonuna kadar açık tutarak…
Makbul olması umulan bir tevbenin olmazsa olmazlarına değinildiği bir ara söylenen birkaç söz ve genellikle kadınların yeterince dikkat etmedikleri ‘suizan’ ve ‘kusur araştırma/itham etme’ meseleleri üzerine okunan ayet, aklının cidarlarını zorluyordu adeta…
“Pişmanlık ateşiyle yanmayan bir gönül duaya duramaz! Duaya durmayan bir gönül açığını bulamaz... Açığını bulmayan bir gönül onun kapatılması talebinde bulunamaz... Açığı kapanmayan bir gönül, azığı tam olmayan bir dimağ, huzura eremeyen bir ruh gerçek sahibine ulaşamaz, bağlanamaz... Tevbemizin katığı hayıf, duamızın katığı ise ihlas olmak zorunda. Bizler kurtuluşa ancak bu şekilde erebilir; gerçek huzuru bu vesileyle tadabiliriz.”
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat / 12)
‘Gönlün açığı!’ Sahi ne demekti bu! Kendisini neden bu denli etkilemiş, derin düşüncelere sevk etmişti? ‘Ruhun yitiği’ neydi?
“Ya benim neyim yitik?” diye iç geçirdi Nuran Hanım. “Gönlümün hangi açığı; beni bu denli mesrur eden? Bu denli köşeye sıkıştıran… İçimi daraltan… Ruhuma hangi libası biçemedim ki; hala tir tir titriyorum… Kendimi kimsesiz, savunmasız hissediyorum… Gönül açığını nasıl bulur ki?”
Gözlerini gözlerine dikmiş adeta gönlüne hitap ediyordu genç kadın; “İtirafla!”
Farkında olmadan son sözü sesli söylemişti. Bunun kendisine sorulduğunu sanan genç kadın da tam yerinde sorulan bu suale olabildiğince açıklık getirmeye çalışıyordu:
“Evet kardeşlerim… Atamız Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennetten kovulmalarına sebep olan hatalarını ancak itiraf ederek ve rahmet dilenerek telafi edebilmişlerdi. Nuran abla sormasaydı bu çok önemli noktayı korkarım es geçecektik. Oysa duada bilhassa tevbede itiraf çok önemli ve en etkili bir yöntemdir. Öyle ki kişinin Rabbiyle olan bağını güçlendirdiği gibi O’ndan başka emin sırdaş ve daha yetkili amir bulamayacağını anlamasına da olanak sağlar. Her ne müşkülümüz varsa; O’na açık açık iletelim! Arada kimseler olmadan... Her ne derdimiz varsa; içli içli paylaşalım! Hiçbir kaygı duymadan… Ve her ne günahımız varsa; bir bir itiraf edelim! Ayıplanma/affedilmeme korkusu yaşamadan…”
***
Ertesi sabah seccadesini uzun süre yerden kaldıramamıştı Nuran Hanım! Teheccüd ve sabah namazı arasını Rabbiyle hasbihale ayırmıştı… Konuşuyor, dertleşiyordu Rabbiyle… Tek medetgâhı, kimsesizlerin kimsesiyle…
Seherin büyüsüne kapılan bir gönlün yakarışlarıydı, yer ve göğün arasını dolduran! Dertli mi dertli… İçten ve samimi… Alabildiğine hisli… Yer yer hüzün kokan yakarışlar… Acıyla karışık ahlar… Derin pişmanlıklar… Ve coşkun bir imanın temayülleri…
Her itiraf bir dua, her dua bir tevbe, her tevbe bir necattı ya! Yeni yeni anlıyordu bunu…
Nur Kılıç / İnzar Dergisi - Mart 2013
Evdeki kasvetli havayı ve yalnızlığını bölen bir çalış tutturdu kapının zili. Bu da kim şimdi, dercesine isteksiz isteksiz kapıya yöneldi. Kim o, demesine fırsat kalmadan “Hadi anne, açsana kapıyı” sesi yükseldi. Kapıyı açmasıyla oğlunun boynuna atlaması ve yanağına bir öpücük kondurması bir olmuştu.
- Oğlum yavaş ol biraz. Bu ne heyecan böyle! Hem neden erken geldin?
- Anne ya saatten haberin yok mu senin!
- Saat 1 oldu demek…
- Tabi ya. Annecim bugün yıldızlı pekiyi aldım…
- Aferin oğluma… Bu öpücüğü ona borçluyuz demek… Aç mısın?
- Yo, beslenme çantamdakileri bitirdim ben…
- Hadi bakalım, doğru banyoya. Elini yüzünü yıka, abdestini de al… Sohbete gideceğiz.
- Alilerde gelecek mi anne?
- Büyük ihtimalle…
- Yaşasın! Ben hemen hazırlanırım. Mavi gömleğimi giyeyim mi?
- Nasıl istersen…
Nuran Hanım yaklaşık 10 yıllık evliydi. Önceleri çocukları olmuyor diye epey sorun yaşamışlardı. Bir yandan aile baskısını görmüşler öte yandan çevrenin olur olmaz söylemlerine muhatap olmuşlardı… Ancak karı-koca büyük bir teslimiyetle bu imtihanı geçirmişler ve 3 yılın sonunda bir erkek çocuk sahibi olmuşlardı. Şimdi oğlu büyümüş 7 yaşına basmıştı. İlkokul 2. sınıfta okuyordu.
Bir an yıllar öncesine kaydı zihni. Tıbben hiçbir sorunları olmamasına rağmen çocuk sahibi olamayışın hüznünü yaşadıkları o zamana. En çok da kendisi içerlemişti bu duruma ve içten içe dualar etmişti rabbine. Yine bir namaz sonrası dua ederken ansızın beyninde çakan bir şimşek ona bir şeyler fısıldamıştı; ‘Zinnur ablanın çocuğu olmadığı için içinden onu nasıl da garipsemiştin oysa!’
Ansızın gönlüne düşen o ateş duasının seyrini değiştirmiş; dili de kalbi de ‘tevbe’ye durmuştu o an! “Rabbim!” demişti gözyaşları içinde… “Yıllar evvel yapmış olduğum bir hatanın ceremesini çekiyormuşum meğer. Sen rahmeti geniş olansın. Bana günahımı hatırlatarak rahmet ettiğin gibi pişmanlığımı ve tevbemi de kabul buyur. Kardeşimin elinde olmayan bir durumunu kusur olarak değerlendirişim esasen Senin hikmetini sorgulamakmış. Senin hükmüne kafa tutmakmış. Bu had bilmez kulunu bağışla. Sen şahitsin ki yeni yeni farkına varıyorum yaptığım yanlışın… Senin kudretini sorgulayışımın... Pişmanım Rabbim. Çok pişmanım…”
Şimdi oğluna her sarılışında içten içe şükrediyordu Nuran Hanım! Ona her bakışında kabul olan duasını; makbul görülen tevbesini hatırlıyordu. Azmi bileniyordu. Ne var ki son günlerde ruhu adeta bir cendereye alınmış, sıkışıyordu. Çevresindeki onca kişiye dahası gözünün nuru eşi ve çocuğuna rağmen kendini büyük bir boşlukta, yapayalnız hissediyordu. Bedenini, ruhunu ve gönlünü azaba duçar ediyordu bu kimsesizlik hissi… Bir anlam da veremiyordu üstelik yaşadıklarına…
***
- Annecim ben hazırım. Nasıl, yakışıklı olmuş muyum?
Kendisini daldığı âlemden çekip alan sesin sahibine yöneldi usulca. Ona her bakışında gözlerinin içi parlardı. Yine öyle oldu. Sevgiyle sarıldı oğluna:
- Ahmed’im… Evet çok yakışıklı olmuşsun. Gerçi benim oğlum her haliyle güzel. Ama abdest alıp takke takınca tabi daha bir nurlu oluyor yüzün…
- Anne, okula da böyle gitsem olmaz mı?
- Şu an için olmaz oğlum. Ama merak etme ilerde istediğin yerde takarsın takkeni. Hadi bakalım geç kalıyoruz. Bir an önce çıkalım…
- Arabamı da alayım mı anne? Aliyle oynarız belki.
- Olur, ama daha önce anlaştığımız gibi sizin için ayrılan odada güzelce oynayın. Gürültü olursa sohbet verimsiz olur.
- Tamam anne… Gürültü yapan olursa kızarım ben…
- Yok oğlum kızma sakın. Güzelce uyar sadece. Hem sen ve Ali en büyüklerisiniz. Siz uslu olursanız onlar da size uyar…
***
Genişçe bir salondu sohbet için toplandıkları yer. Muntazaman dizilmiş minderler, bir duvarı boydan boya kaplayan zengin bir kitaplık ve duvarda asılı birkaç tablo vardı. Salonun başköşesine sohbeti yapacak olan kişinin işini kolaylaştıracak küçük bir sehpa bırakılmıştı. Yaklaşık otuz kişinin iştirak ettiği sohbete, Yasin ve kısa birkaç tane daha surenin okunmasının ardından başlayan genç kadına dikkat kesilmişti Nuran Hanım.
Hz. Musa’nın duasıyla; ‘Rabbim dilimdeki bağı çöz ki sözümü anlasınlar…’ diyerek başlıyordu sohbete:
“Sevgili ablalarım, kardeşlerim. Bugün tevbe konusunu işleyeceğiz inşallah. Sizler de soru ve görüşlerinizle sohbete iştirak edebilirsiniz. Öncelikle yüce Rabbimiz Kitab-ı Mübin’de bizleri tevbeye nasıl davet ediyor bakalım…”
“Allah, size açıklayarak anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa / 26)
Genç kadın anlattıkça dinleyenlerin yüzlerinde gezinen korku ve ümit arası dalgalar dikkatini çekiyordu Nuran Hanımın. İnsanoğlu ne kadar da farklı bir yapıya sahipti sahi. Bazen küçücük bir umut belirtisi dahi üzerindeki bütün gamı ve kederi alıp götürebiliyordu. Bazense türlü türlü vaatlerle bile bir türlü sükûna ermiyordu gönlü. Oysa müminleri “Korku ve ümit arasında” olarak vasfeden yüce yaradan bunda sebat etmenin inceliklerini de açıklamıştı kullarına. Bu minvalde tevbe kapısını da sonuna kadar açık tutarak…
Makbul olması umulan bir tevbenin olmazsa olmazlarına değinildiği bir ara söylenen birkaç söz ve genellikle kadınların yeterince dikkat etmedikleri ‘suizan’ ve ‘kusur araştırma/itham etme’ meseleleri üzerine okunan ayet, aklının cidarlarını zorluyordu adeta…
“Pişmanlık ateşiyle yanmayan bir gönül duaya duramaz! Duaya durmayan bir gönül açığını bulamaz... Açığını bulmayan bir gönül onun kapatılması talebinde bulunamaz... Açığı kapanmayan bir gönül, azığı tam olmayan bir dimağ, huzura eremeyen bir ruh gerçek sahibine ulaşamaz, bağlanamaz... Tevbemizin katığı hayıf, duamızın katığı ise ihlas olmak zorunda. Bizler kurtuluşa ancak bu şekilde erebilir; gerçek huzuru bu vesileyle tadabiliriz.”
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat / 12)
‘Gönlün açığı!’ Sahi ne demekti bu! Kendisini neden bu denli etkilemiş, derin düşüncelere sevk etmişti? ‘Ruhun yitiği’ neydi?
“Ya benim neyim yitik?” diye iç geçirdi Nuran Hanım. “Gönlümün hangi açığı; beni bu denli mesrur eden? Bu denli köşeye sıkıştıran… İçimi daraltan… Ruhuma hangi libası biçemedim ki; hala tir tir titriyorum… Kendimi kimsesiz, savunmasız hissediyorum… Gönül açığını nasıl bulur ki?”
Gözlerini gözlerine dikmiş adeta gönlüne hitap ediyordu genç kadın; “İtirafla!”
Farkında olmadan son sözü sesli söylemişti. Bunun kendisine sorulduğunu sanan genç kadın da tam yerinde sorulan bu suale olabildiğince açıklık getirmeye çalışıyordu:
“Evet kardeşlerim… Atamız Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennetten kovulmalarına sebep olan hatalarını ancak itiraf ederek ve rahmet dilenerek telafi edebilmişlerdi. Nuran abla sormasaydı bu çok önemli noktayı korkarım es geçecektik. Oysa duada bilhassa tevbede itiraf çok önemli ve en etkili bir yöntemdir. Öyle ki kişinin Rabbiyle olan bağını güçlendirdiği gibi O’ndan başka emin sırdaş ve daha yetkili amir bulamayacağını anlamasına da olanak sağlar. Her ne müşkülümüz varsa; O’na açık açık iletelim! Arada kimseler olmadan... Her ne derdimiz varsa; içli içli paylaşalım! Hiçbir kaygı duymadan… Ve her ne günahımız varsa; bir bir itiraf edelim! Ayıplanma/affedilmeme korkusu yaşamadan…”
***
Ertesi sabah seccadesini uzun süre yerden kaldıramamıştı Nuran Hanım! Teheccüd ve sabah namazı arasını Rabbiyle hasbihale ayırmıştı… Konuşuyor, dertleşiyordu Rabbiyle… Tek medetgâhı, kimsesizlerin kimsesiyle…
Seherin büyüsüne kapılan bir gönlün yakarışlarıydı, yer ve göğün arasını dolduran! Dertli mi dertli… İçten ve samimi… Alabildiğine hisli… Yer yer hüzün kokan yakarışlar… Acıyla karışık ahlar… Derin pişmanlıklar… Ve coşkun bir imanın temayülleri…
Her itiraf bir dua, her dua bir tevbe, her tevbe bir necattı ya! Yeni yeni anlıyordu bunu…
Nur Kılıç / İnzar Dergisi - Mart 2013