HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcısı Yılmaz: 28 Şubat projesi devam ediyor
28 Şubat postmodern darbesinin üzerinden geçen 24 yıl içerisinde yaşanan gelişmeleri değerlendiren HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Hüseyin Yılmaz, uygulamaların 15 Temmuz'dan sonra tekrar canlandığını söyledi.
28 Şubat 1997'de TSK'nın bazı siyasi partilerin desteğiyle gerçekleştirmiş olduğu postmodern darbenin üzerinden 24 yıl geçti.
O süreçte yaşananların yanı sıra aradan geçen 24 yıllık zaman zarfında değişen ve gelişen siyasi girişim ve çalışmaları değerlendiren HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Hüseyin Yılmaz, 28 Şubat darbesinde baş aktörün TSK'nın olduğunu, hükümetin istifa ettirildiğini, devlet bürokrasisine müdahale ederek kamusal alanda Müslümanlara yaşam hakkı tanınmadığını söyledi.
2002 seçimleri sonrasında gerçekleşen iktidar değişikliği sonrasında 28 Şubat sürecinin tahribatlarının giderilmeye çalışıldığı, darbeciler hakkında dava açıldığını fakat darbenin sivil ayağına dokunulmadığına dikkat çeken Yılmaz, 28 Şubat kararlarının şekil değiştirerek uygulamada olduğunu bugün yetiştirilen laik gençliğin bunlardan biri olduğunu hatırlatarak son yaşanan 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 28 Şubat uygulamalarının geri döndüğünü belirtti.
28 Şubat'ın postmodern olarak nitelendirilen darbelerden bir tanesi olduğunu söyleyen Yılmaz, "28 Şubat'a kadar genel olarak darbeler fiili müdahale şeklinde olmuş. Silahlı kuvvetler, iç hizmet kanununa dayanarak rejimi koruma ve kollama yetkisinin kendilerinde olduğu söyleyerek doğrudan siyasal iktidara müdahale ediyorlardı." dedi.
Yılmaz, "Türkiye’de darbelerin olmasında kendilerini rejimin sahibi olarak gören Kemalist ve laik zihniyetteki partilerin rolü olduğunu belirten Yılmaz, seçimler yolu ile rakiplerini alt edemeyenler, darbecileri göreve çağırmış, rejimi kollama ve koruma adına TSK siyasete müdahale etmiş ve ülke yönetimine fiilen el koymuştur." ifadelerini kullandı.
"Darbelerde ABD gibi dış güçlerin rolü olduğu gizli saklı bir şey değil"
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde daha önce yapılan darbelerin niteliğine açıklık getiren Yılmaz, "1960 darbesinde Demokrat Partiyi sandıkta alt edemeyen CHP tarafından rejim tehlikede denilerek darbeciler göreve çağrılmış, netice olarak TSK darbe yaparak ülke yönetimine el koymuştur. Farklı sebeplerin olduğu söylense de 1980 darbesi de rejimi kollama ve koruma adına yapılan bir askeri darbedir. Askerin fiili müdahalesi neticesinde yapılan darbelerde ABD gibi dış güçlerin rolünün de olduğu ve darbecilere destek verdikleri de gizli saklı bir şey değildir. Bu iç ve dış destek nedeniyle askerler sürekli siyasete müdahale etmiş ülke yönetimini tamamen sivillere bırakma konusunda isteksiz davranmışlardır." şeklinde konuştu.
28 Şubat darbesinde asker, iktidar muhalifi olan diğer siyasi partiler ve bazı STK’larla koordineli bir şekilde siyasete müdahale ederek iktidarı devirdiğinin altını çizen Yılmaz, "O sürece baktığımızda 28 Şubat darbesinin askeri ayağında en önemli aktörün TSK içindeki 'Batı çalışma grubu' olduğunu, önemli aktörlerinden birisinin de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olduğu, darbenin siyasi ayağında CB Demirel’in aktif rol almasıyla iktidar karşıtı siyasi partilerin de sürece dahil edildiği görülmektedir. Darbecilerle aynı zihniyete sahip olan ve kamuoyunda 5'li çete olarak adlandırılan bazı sendikalar ile bazı sivil toplum kuruluşları da darbeci askerlerin yanında sürece dahil olmuşlardır." diye belirtti.
Yılmaz, "Burada baş aktör Türk Silahlı Kuvvetleridir, Milli Güvenlik Kuruludur. MGK, o gün itibariyle asker ağırlıklı bir konumu vardı. MGK, nitekim 1960 darbecilerinin 1961 Anayasası'na yerleştirmiş olduğu vesayet kurumlarından biridir. Siyasi iktidarı içeride ve dışarıda nasıl bir politika izlemesi gerektiğine konusunda yönlendiren ve siyasetin elini-ayağını bağlayan bir kurumdur." dedi.
"Darbenin en önemli kararı siyasal iktidarın el değiştirilmesiydi"
O gün 28 Şubat kararları olarak kamuoyuyla paylaşılan MGK kararlarının dönemin başbakanı merhum Necmettin Erbakan'a zorla imzalatılmak istendiğini söyleyen Yılmaz, "Darbecilerin tek taraflı olarak aldıkları kararları MGK’da siyaset kurumunun başındaki Başbakan Erbakan’a zorla imzalatmak istedikleri, Erbakan’ın imzalamadığı bu kararları MGK kararları diye yayınlayarak siyasete ve ülke yönetimine müdahale edildi. 28 Şubat süreci adıyla anılan bu dönemde askerler sadece siyasete değil, yargı dahil her alana müdahale ettiler. Bu dönemde askerler tarafından verilen brifinglere katılanlar dindarlara karşı terör estiriyordu. Askerin verdiği brifinglere katıldıkları için Brifingli yargı olarak adlandırılan yargı mensubu savcı ve hakimler verdikleri hukuk dışı kararlarla darbecilerin yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Bilim kurulu olması gerek YÖK' de bu süreçte aktif rol oynayarak darbeci askerlerin yanında yer aldı. Bunlar sürecin uygulanmasında ve hükümetin devrilmesinde önemli rol oynayan kesimlerdi." ifadelerini kullandı.
Bu darbede alınan belli başlı kararların içerisinde en önemlisinin siyasal iktidarın el değiştirmesi olduğunu belirten Yılmaz, "Mecliste doğru yol ve refah partisi arasında bir protokol imzalanmıştı ve bu protokole göre ilk dönem Necmettin Erbakan başbakanlık yapacak, geriye kalan yarı sürede de Tansu Çiller Başbakan olacaktı. 28 Şubat darbesinin asker ve sivil ayağında yer alanların Refah yol hükümetinin Başbakanı olan Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı bırakmasına yönelik yoğun baskıları oldu. Bu baskıları bertaraf etmek için Erbakan'ın istifa ederek Başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmesi gerektiği teklifi yapıldı. Bu tehlikeli teklifin siyasal alandaki baş aktörü de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'di." şeklinde konuştu.
Yılmaz, "Erbakan'ın istifasından sonra hükümeti kurma görevinin meclisteki 2.büyük parti olan Doğru Yol partisinin genel başkanı Tansu Çiler’e vermesi gerekirken CB S.Demirel teamüllerin dışına çıkarak hükümet kurma görevini Anavatan Partisinin başkanı olan Mesut Yılmaz’a verdi. Meclisteki azınlık partileri ANAP, DSP, MHP ve Doğru Yol partisinden ayartılan milletvekilleriyle kurulan koalisyon hükümetiyle siyasi bir darbe yapılmış oldu. Böylece darbeciler aldıkları kararları uygulamaya başladılar." diye belirtti.
"Kamusal alanda Müslümanlara yaşam hakkı tanınmadı"
Alınan kararların uygulamalarına değinen Yılmaz, "Bu kararlar; kamusal alan olarak tabir ettikleri tüm kurum ve kuruluşlarda katı yasaklar şeklinde uygulamaya kondu. Bu yasakların başında başörtüsü yasağı gelmekteydi. Darbecilerin korkuları, REFAHYOL hükümeti iktidarında dindarların kamuya yerleşmesi ve kamusal alan dahil toplumsal yaşamın farklı alanlarında İslami yaşam tarzının görünür olmasıydı. Tüm bunların Laik Kemalist rejim için bir tehdit olarak görülmesiydi." dedi.
28 Şubat sürecinde topluma bir yaşam ve giyim-kuşam tarzı dayatmaya çalışılarak özel hayata müdahale edildiğini belirten Yılmaz, "Bugünün güvenlik soruşturmaları misali özellikle TSK'da İslami hassasiyeti olanlar irticacı olarak fişlendi ve ihraç edildiler. Gece yarıları TSK personellerinin evlerine gece yarısı teftişleri yapılarak, özel yaşamları mercek altına alınarak eşlerinin örtülü olup olmadığına yönelik araştırmalar yapıldı, komşuları muhbirleştirildi. Verilen içkili programlara katılmayanların, balolara eşlerini getirmeyenlerin hepsi fişlenip TSK’dan ihraç edildiler. Benzer uygulamalar diğer kamu kurumlarında da farklı boyutlarıyla yaşandı." ifadelerini kullandı.
"İslami tüm kurumlar kapatıldı, mensupları cezaevlerine atıldı"
Tesettüre yönelik getirilen uygulamaları da aktaran Yılmaz, "O dönemlerde başörtülü öğrenciler okullara alınmayarak devamsızlıktan sınıfta kalmaları sağlandı. Bunlarda yetmezmiş gibi üniversite hastanelerine başvuran hastalar dahi başörtülü oldukları için muayene edilmediler. Hatta sağlık karnelerinde veya nüfus cüzdanlarında fotoğrafları başörtülü çekilmişse hastaneye alınmıyordu. Bu uygulamadan dolayı hastane bahçesinde vefat eden hastalar oldu." şeklinde konuştu.
O dönemde dine ve dindarlara karşı büyük bir düşmanlık yapıldığına dikkati çeken Yılmaz, "İslami eğitim veren tüm kurumlar kapatıldı, inancından dolayı görevden alınan personellerin başka yerlerde çalıştırılmaması için baskılar yapıldı. Bu insanları adeta açlığa mahkûm ettiler. Dindar bir neslin yetişmesi için camilerde çocuklara Kur'an-ı Kerim dersi veren gençler 'irticai faaliyet” veya “örgütsel faaliyet” yapıyor denerek gözaltına alındılar. Brifingli yargı mensupları tarafından, 'örgüt elemanı' denilerek tutuklanıp cezaevlerine atıldılar. Evlerde bulunan Kur'an-ı Kerim, elifba, sarık ve kelime-i tevhidin yazılı olduğu levhalar örgütsel doküman olarak kayıtlara geçirilerek bu insanların aleyhine delil olarak kullanıldı. Bazı gençlerin üzerine o dönemlerde işlenen fail-i meçhul olaylar yüklenerek ömür boyu ceza almaları sağlandı ve halen de kumpaslar sonucu oluşan mağduriyetler giderilemedi. İslami hizmet veren farklı camia ve cemaatler örgüt kapsamına alınarak mensupları cezaevlerine atıldı." diye belirtti.
"Sivil ayağa dokunulmayan bir darbe yargılaması oldu"
2002 yılında yapılan seçimler sonrasında darbecilerin beğenmedikleri bir yönetim oluştuğuna vurgu yapan Yılmaz, "Bu süreçte iktidar partisi 28 Şubat darbesinin tahribatlarını gidermek için bazı adımlar atmaya başladı. Kamudaki bazı yasaklar kaldırıldı. Nihayetinde 28 Şubat postmodern darbesinin siyasete müdahale eden bir darbe olduğu kabul edilerek 103 kişi hakkında dava açıldı. Yapılan yargılama neticesinde sadece 21 kişiye müebbet hapis cezası verildi. Müebbet hapis cezası verilmesine rağmen bu kişiler tutuklanmadılar. Bu yargılamaya darbecilerin tamamı dahil edilmediği gibi darbenin sivil ayağını oluşturan siyasetçiler de dahil edilmedi. Yani darbenin sivil ayağa dokunulmayan darbeci askerlerden ise sadece bir kısmının dahil edildiği bir darbe yargılaması oldu." dedi.
"28 Şubat uygulamaları 15 Temmuz'la geri döndü"
Sonradan başörtü yasağına yönelik çıkarılan af yasalarıyla mağdurların bir kısmı kamuya dönebildiğini, bir kısmının ise mağduriyetlerinin halen giderilemediğini söyleyen Yılmaz, özellikle Diyanet kurumunda çalışan bazı imamların Laik sistemin dayattığı islam yerine, Kuran ve sünnet ’in öngördüğü İslam'ı savundukları için 'akideleri bozuk' denilerek işten atıldığını ve halen dönüş yapamadıklarını belirtti.
Yılmaz, "devam süreçte bazı mağduriyetlerin giderildi fakat 15 Temmuz'dan sonra devlet tekrar o dönemki güvenlikçi politikasına döndü ve İslami cemaatlere karşı FETÖ bahanesiyle 28 Şubat'ın uygulamalarına benzer yöntemleri uygulamaya koydu." ifadelerini kullandı.
15 Temmuz sonrası 28 Şubat uygulamalarına benzer yaklaşımların oluşturduğu mağduriyetlere vurgu yapan Yılmaz, "Güvenlik soruşturmalarıyla İslami camialara mensup kişiler veya yasal zeminde gerçekleştirilen etkinliklere katılım sağlayan kişiler örneğin; 'kutlu doğum etkinliğine' veya 'İsrail aleyhine düzenlenen basın açıklamasına' katıldığı gerekçeleriyle kamuya alınmamaya başlandı. Daha önce alınmış olanlar ise kamudan ihraç edildiler." şeklinde konuştu.
"Bugün yetiştirilen laik gençlik 28 Şubat'ın planlarından biriydi"
Son dönemlerde yetiştirilen sözde Müslüman gençliğin hayat biçimi ve İslami yaşantısının 28 Şubat'ın planlarından biri olduğuna dikkati çeken Yılmaz, şunları söyledi:
28 Şubat sürecinde en büyük mücadele başörtüsüne yönelikti. Şu anda belki başörtü yasağı yok fakat başörtüsü yozlaştırılarak bir giyim aksesuarı haline getirildi. Bunun yanı sıra Müslüman gençlikte yozlaştırıldı. Bugün iktidarın yetiştirdiği muhafazakâr, İslam'a düşman olmayan ama seküler hayatı benimseyen bir gençlik var. O dönemde böyle bir gençlik olsaydı 28 Şubatçılar darbe yapma gereksinimi duymazdı. Şu an dindarların oy verdiği bir parti iktidarda ama onun yetiştirdiği gençlik dindar bir nesilden ziyade laik, seküler ve İslami hassasiyeti olmayan bir gençlik. Bu 28 Şubatçıların o dönem yapmayı istediği ama başaramadığı planlarından biriydi bu. Bu plan şimdi sinsi bir şekilde gençliği ve İslami değerleri yozlaştırarak uygulanıyor.
Yılmaz, "İktidar, maalesef 28 Şubat'ın tahribatlarını giderecek ve bir daha o sürecin yaşanmamasına yönelik ciddi manada yasal önlemler almış değil. Mesela inanca dayalı kılık-kıyafet anayasal güvence altına alınması gerekirken sadece yönetmelikteki 'başı açık olur' ibaresini metinden çıkararak geçici bir çözüm buldular. Bu bakanlığın tasarrufunda olan bir durumdur. ilgili herhangi bir bakanlık istediği takdirde bu yasağı tekrardan geri getirebilir. Bizde diyoruz ki inanca dayalı yaşam tarzı ve kılık-kıyafet anayasal güvence altına alınsın ki sonradan kanunlarla dahi değiştirilemesin. Maalesef iktidar bu konuda cesur bir adım atamadı." (İLKHA)