BAE Yemen'den 'onurlu çıkış' peşinde
Askeri endüstriyel kapasitesini aşan iddialı ve doğrudan askeri müdahaleye dayanan bir dış politikaya yönelen ancak beklediği sonuçları alamayan BAE yeni arayışlara girdi.
İstanbul
Arap Baharı sürecinde askeri endüstriyel kapasitesini aşan iddialı ve doğrudan askeri müdahaleye dayanan bir dış politikaya yönelen Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) son dönemde bu dış politikasında anlamlı bir değişime şahit olmaktayız. BAE'nin Yemen’den askerlerini çekmesi ve İran ile yakınlaşma sinyalleri bu değişimin en önemli göstergeleri.
BAE'nin Arap Baharı sürecinde takip ettiği iddialı ve müdahaleci dış politikada yaşadığı hayal kırıklıklarında "çek defteri" politikasının işlevsizliği kadar II. Dünya Savaşı’ndan beri Körfez bölgesinin güvenlik garantörü olan ABD’nin bölge güveliğini sağlama konusunda yaşadığı tereddütler de etkili oldu. Özellikle ABD’nin İran karşısında BAE-Suudi ekseninin güvenliğini sağlama konusunda yaşadığı tereddütler ülke içerisinde iddialı ve doğrudan askeri müdahaleye dayanan müdahaleci dış politikaya yönelik eleştirileri besleyen önemli bir faktör oldu.
ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarına rağmen BAE bankalarının İran ile iş birliğine devam etmesi ve iki ülkenin üst düzey askeri yetkililerinin Tahran’da düzenledikleri ortak güvenlik toplantıları BAE’nin İran karşıtı politikadan geri adım atacağı ve genel olarak Orta Doğu bölgesinde müdahaleci dış politikadan vazgeçeceği beklentilerini kuvvetlendirdi. BAE dış politikasındaki bu değişimin en önemli sebebi hiç şüphesiz ülkenin bu süreçte harcadığı onca ekonomik/askeri kaynağa rağmen yaşadığı başarısızlıklar.
"Dubai Modeli"nin oluşumu
1971 yılında Britanya’nın Körfez bölgesinden çekilmesiyle bağımsızlığını kazanan yedi emirliğin birleşmesiyle oluşan BAE, petrol gelirlerinin de katkısıyla 1990’lı yıllardan itibaren göz kamaştırıcı bir ekonomik ivme yakaladı. Turizm, inşaat, finansal hizmetler, lojistik ve liman hizmetleri başta olmak üzere önemli sektörlerde elde ettiği başarılar ülkeyi kısa sürede küresel ekonominin parlayan yıldızı haline getirdi. Genel olarak “rantiyer ekonomiler” olarak tanımlanan hidrokarbon ihracatçısı Körfez ekonomileri arasında en planlı ve sürdürülebilir ekonomiye sahip olan BAE’nin yakaladığı bu ivme, ekonomi literatüründe "Dubai Modeli" kavramıyla ifade edilmeye başlandı. Ülke 1990’lı yılların başından itibaren öyle hızlı bir ekonomik büyüme ivmesi yakaladı ki 1990 yılında 50 milyar dolar olan milli geliri 2014 yılında 400 milyar dolara ulaştı. 2000 yılında 19 bin dolar olan kişi başı milli gelir yüzde 75 artarak 2006 yılında 33 bin 500 dolara yükseldi. Bu haliyle BAE, ekonomilerini petrole bağımlılıktan kurtarmak isteyen Körfez ülkelerine ilham kaynağı oldu. Son dönemde başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin "vizyon" belgelerine yakından bakıldığında BAE’nin tüm bölge ülkeleri için nasıl bir ilham kaynağı olduğu rahat bir şekilde anlaşılabilir.
BAE, 1990’lı yıllardan itibaren yakaladığı ekonomik büyüme ivmesini büyük oranda küresel piyasalarla sağladığı entegrasyona ve küresel ekonomi nezdinde oluşturduğu güven iklimine borçlu. Ülkeye akan doğrudan yabancı yatırımlar (FDI) büyük oranda bu güvenin bir sonucudur. Ancak Arap Baharı sürecinde BAE’nin yöneldiği iddialı ve müdahaleci dış politika, barındırdığı birtakım sakıncalara ilaveten, öncelikle ülkeye olan bu yatırımcı güvenini tehdit etmekte. Özellikle Yemen’de yürütülen savaşa BAE'nin verdiği güçlü destek, çok hızlı artan savunma harcamaları ve Yemen’de ortaya çıkan insani kriz manzaraları ülkenin dış finansal piyasalar nezdindeki itibarına önemli bir darbe vuruyor. Ayrıca BAE’nin İran gibi Körfez bölgesinin en güçlü askeri endüstriyel kapasitesine sahip ülkesiyle direkt askeri karşıtlığı temel alan ve sıcak çatışmaya dönüşmesi muhtemel bir dış politikayı sürdürme ısrarı 1990’lı yıllardan itibaren ülkenin yakaladığı ekonomik ivmeyi de tehdit etmekte. Özellikle İran'ın Körfez bölgesindeki askeri üstünlüğü, İran destekli Husiler’in elde ettiği balistik füze teknolojisi ve uzun süredir Suudi havaalanlarına yönelik kullanılan bu balistik füzelerin BAE’ye karşı da kullanılma ihtimali “Dubai Modeli” için en büyük tehdidi teşkil ediyor.
BAE’nin Orta Doğu’da kendi lehine politik düzen kurma hayali
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ve 2010 yılında başlayan Arap Baharı süreci Orta Doğu bölgesinin önemli güçleri olan Irak, Mısır, Suriye gibi ülkelerin zayıflayarak bölgesel güç denkleminden çekilmesiyle sonuçlandı. Güç denkleminde kısa sürede yaşanan bu köklü değişimi BAE yönetimi bölgede kendi lehine politik bir düzen oluşturmak için önemli bir fırsat olarak gördü. Bu şekilde otuz yıldır bölgenin ekonomik merkezi konumundaki BAE, Orta Doğu siyasetinde merkezi bir konum elde etmiş olacaktı. Bu süreçte Suudi Arabistan’ı bölgede oluşturmayı düşündüğü politik düzen için önemli bir partner olarak gören BAE, Suudi Arabistan’la birlikte statükocu bir blok oluşturdu. Özellikle Bahreyn’de rejim karşıtı sokak hareketlerinin bastırılmasına, Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarına yönelik askeri darbeye ve Katar’ın bölgede izole edilmesine verdiği destekle BAE, bölge genelinde politik nüfuzunu genişletme çabası içine girdi. 2015 yılında Suudi Arabistan ile birlikte Yemen’e dönük askeri müdahaleye girişmesiyle, BAE’nin müdahaleci politikası zirveye ulaştı.
Arap Baharı sürecinde BAE’nin bölge genelinde politik nüfuzunu artırmaya yönelik müdahaleci ve iddialı dış politikası, büyük oranda 1990’lı yıllardan itibaren yakaladığı ekonomik büyüme ivmesine dayanarak bölgede kendi lehine politik bir düzen kurma çabasından başka bir şey değildi. Bu süreçte BAE yönetimi kendi askeri endüstriyel kapasitesinden ziyade sahip olduğu devasa ekonomik rezervlerine ve küresel ölçekteki bağlantılarına güvendi. Bu ekonomik kaynaklarının, bölgenin önemli askeri kapasiteye sahip güçleri olan Mısır, Pakistan ve Sudan gibi ülkeleri kendi politik düzeni için seferber edebileceğine inandı. Ancak aradan geçen dokuz yıl gösterdi ki "para karşılığı askeri destek satın alma" ya da "çek defteri" politikası BAE’yi, bölgede kendi lehine politik bir düzen kurma hayaline kavuşturmaya yetmedi. Mısır, Pakistan ve Sudan gibi ülkelere sağlanan milyarlarca dolarlık finansal yardımlara rağmen tüm bu ülkelerin, sahada, BAE’nin askeri hedeflerine katkısı oldukça sınırlı kaldı. Özellikle Yemen savaşında harcanan büyük çapta ekonomik/askeri kaynağa rağmen BAE’nin kayda değer bir başarı elde edememesi iddialı ve müdahaleci dış politikanın ülke içinde de sorgulanmasına yol açtı.
ABD’nin bölge güvenliğinde aktif rol alma konusundaki tereddütleri
BAE'nin Arap Baharı sürecinde takip ettiği iddialı ve müdahaleci dış politikada yaşadığı hayal kırıklıklarında "çek defteri" politikasının işlevsizliği kadar II. Dünya Savaşı’ndan beri Körfez bölgesinin güvenlik garantörü olan ABD’nin bölge güveliğini sağlama konusunda yaşadığı tereddütler de etkili oldu. Özellikle ABD’nin İran karşısında BAE-Suudi ekseninin güvenliğini sağlama konusunda yaşadığı tereddütler ülke içerisinde iddialı ve doğrudan askeri müdahaleye dayanan müdahaleci dış politikaya yönelik eleştirileri besleyen önemli bir faktör oldu. İran’ın bir ABD insansız hava aracını düşürmesi, Körfez’de petrol tankerlerine yönelik faili meçhul sabotajlar, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Körfez’de petrol tankerlerine el koyması ve İran’ın nükleer faaliyetlerine yeniden başlaması sonrası ABD’nin sınırlı bir askeri müdahaleyi de içeren İran karşıtı bir politika takip etmede yaşadığı tereddütler BAE’yi bölgede İran karşısında yalnız kalmakla tehdit ediyor.
BAE ile İran arasında ya da ABD’nin İran’a yönelik sınırlı da olsa askeri müdahalesi sonrası İran’ın BAE’yi hedef alacağına yönelik endişeler ülkenin son otuz yıllık süreçte elde ettiği tüm kazanımları tehlikeye atıyor. BAE topraklarına yönelik olası bir İran misillemesi ya da Körfez bölgesinde BAE’nin petrol sevkiyatına yönelik muhtemel kısıtlamalar “Dubai Modeli” ile yakalanan ivmeyi hızlı bir şekilde tersine çevirebilir. Sahip olduğu, askeri kapasite ile desteklenemeyen ekonomik kaynakların İran’ı dengeleme hususundaki yetersizlikleri, Mısır, Sudan ve Pakistan gibi bölgesel aktörlerin yine İran’ı dengeleme konusundaki isteksizlikleri ve ABD’nin Körfez güvenliğini sağlama konusunda yaşadığı isteksizlik BAE’yi İran’la, birtakım tavizler de içeren, bir uzlaşmaya zorluyor. Bu çerçevede BAE’nin Çin ve Rusya gibi küresel güçler ile imzalanan anlaşmalar ile bu aktörleri Körfez güvenliğinde rol almaya zorlaması bu politikanın bir çıktısından başka bir şey değil.
Yemen’den hasarsız bir çıkış planlaması
Yemen’e yönelik askeri müdahale sonucu oluşan insani krizlerin yarattığı tehditler, son dönemde bölgenin en önemli askeri gücü olan Mısır’ın hızla ekonomik iflasa doğru sürüklenmesi ve Sudan’ın yaşadığı iç karmaşa ortamından ötürü BAE’nin bölgesel planlarındaki rolünü azaltma girişimi BAE’nin iddialı ve müdahaleci politikasının sürdürülebilirliğini imkansız kılıyor. Aslen, Suudi Arabistan’ın aksine, Yemen BAE için öncelikli bir tehdit değil. BAE için öncelikli mesele, İran’ın Güney Arabistan’da değil Körfez’de dengelenmesi. Hem ABD’nin İran’a yönelik sınırlı bir askeri müdahaleyi de içeren sertlik yanlısı bir politika takip etme konusunda yaşadığı kararsızlıklar hem de son dönemde oluşturmaya çalıştığı bölgesel ittifakın İran karşısında etkisiz kalması BAE’nin İran karşısında yalnız kalması neticesini vermiş bulunuyor.
Yemen savaşında Suudi Arabistan’la birlikte yalnız kalan BAE için en iyi senaryo Yemen’den ülkenin saygınlık ve prestijine zarar vermeden onurlu bir biçimde çıkmaktır. Bunun için de İran ile uzlaşma kaçınılmaz görünüyor. Son dönemde Yemen’den askerlerini çekme kararı sonrası İran ile yakınlaşma eğilimleri sergilemesi BAE’nin “Yemen’den onurlu çıkış” politikasının bir sonucudur. Husilerin BAE askeri noktalarını hedef almayacaklarını ilan etmesi BAE’nin İran ile uzlaşmasının ilk meyvesi olmuştur. BAE’nin İran’la sergilediği bu yakınlaşma eğilimi yakın gelecekte İran’ın bölgedeki en önemli rakibi olan ABD-Suudi Arabistan ikilisi için de ilham kaynağı olabilir.
*Kaynak: Bu analiz AA'dan alıntıdır ve alıntı yaptığımız tüm analizler gibi yazıdaki ifadeler ve görüşler yazarına aittir.