Krallar Diktatörlere Karşı
Dünya siyasetinde çok ilginç ironilerden birisi olsa gerek, yırtıcı krallıkta sülale tüketenler, bugün Suriye diktatörlüğünü devirmenin amansız mücadelesini veriyorlar.
Ülkeyi tepetaklak kullanmayı Amerikan savaş gücünün konumlanmış olmasına borçlu olan Katar emirliği; bölgedeki konumunu Amerika’ya mihmandarlık yapmaya borçlu olan Suudi krallığı, kendi halkına yaptığı zulümlerden dolayı Esad yönetiminin devrilmesini özel ilgi alanları haline getirmiş bulunuyorlar.
Bir başka ironi ise, Türkiye’nin diktatörleri devirmek için Katar ve Suudi krallığını, Suriye meselesinde olduğu gibi partner olarak seçmiş olması olmuştur.
Aslında Ortadoğu denkleminde oyun hep aynı olmuştur. Suriye meselesinde değişen ise maç ortasında oyuncu değişikliğine gidilmesi, bazı oyuncuların şartlar gereği kaçak oynatılmasıdır.
İşgal serüveni sonrası tükenmişlik trendine düşen Büyük Şeytan, artık meselelere doğrudan müdahale etmek yerine bölgedeki uydu krallıkları oyuncu diye sahaya sürme stratejisine yönelmiştir. Diktatörlüğün kitabını yazan Arap krallıkları bu vesileyle utanmadan sıkılmadan başka ülkelerin yönetimlerine müdahale etmekte, hiç tanışık olmadıkları özgürlük, serbest seçim gibi söylemlerle Esad yönetimini köşeye sıkıştırmanın gayretine düşmüşlerdir.
Aslında hem Katar hem de Suudi krallığı, Mübareklerin, Bin Alilerin, Kaddafilerin akıbetinden kurtulma refleksleriyle politik çıkarımlarda bulunmakta, bu nedenle esen Arap rüzgârından korunmak için Amerikan direktiflerini en iyi şekilde icra etmeye yönelmektedirler.
Bölgenin meşhur bazı diktatörleri devrildi, üstelik devrilme sürecinde ikinci bir kazığı da babaları olan Amerika’dan yediler. Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da diktatörleri deviren halk potansiyelinin aynısı, belki daha fazlası Katar ve Suudi başta olmak üzere neredeyse tüm Arap ülkelerinde mevcuttur. Potansiyelin bastırılması ise, dış dünyanın desteğinin yitirilmemesi, gerektiğinde Bahreyn örneğinde olduğu gibi en sert önlemlerin meşru güç kullanımı kapsamında değerlendirilerek vaziyetin idare edilmesidir.
Halkın özgürlük taleplerinin arkasına sığınarak Suriye seferine çıkan krallıklar, boğdukları özgürlük taleplerinin bastırılmasının devamı için uyguladıkları strateji, patrondan destek görme umudu üzerine kuruludur. Baksanıza, Suriye gündemiyle toplanan Arap Birliği Dışişleri Bakanları’nın gözlemcilere bir ay daha süre vermesine direnen Katar ve buna sinirlenen Suudi’nin bir an önce dış müdahaleye olan isteklerine.
Üstelik Esad’ın görevi derhal bırakması, serbest seçimlerin en kısa sürede yapılması çağrısı da işin bir başka tuhaf tarafı. Tuhaflık, isteklerin içeriğiyle ilgili değil elbette. “Halkın istekleri” kavramının hiçbir karşılığının olmadığı, seçim denen “gavur icadıyla” asla barışık olmadıkları bir krallar topluluğu başka bir ülkeden bunları talep etmesinin siyaset dilinde karşılığı var mıdır acaba? Mesela Esad yönetimi, hangi Arap ülkesinin uygulamasını örnek alsın? Son süreçte değişime uğrayıp henüz sistemleri oturmamış ülkeleri bir tarafa bırakırsak, Esad, hangi Arap ülkesinin seçim modelini tatbik etsin? Hangi Arap ülkesindeki insan hakları örneğini kendi ülkesine taşısın? Hangi kralın adalet anlayışını Suriye’de uygulama sahasına koysun?
Dahası; halkın özgürlük talepleri, barış, adalet, seçim, demokrasi… Hangi Arap ülkesi bu kavramlarla iştigal ediyor ki kalkıp da birlik olarak bunları bir ültimatom edasıyla Şam’a şart koşuyorlar?
İşin gerçeği, bu kavramların da bu Arap Birliği stratejisinin de fikir babası bizzat Arap kralların kendileri değildir. Çünkü sıraladıkları istekler, koştukları şartlar kendilerine tamamen yabancı istek ve şartlardan oluşmaktadır. Bugün Ortadoğu’da krallıklar eliyle bir vekâlet savaşı yürütülüyor. Vekâlet savaşı da iki ayak üzerine oturtulmuş bulunuyor.
Bunun ilk ayağı; artık engellenemeyen halk hareketlerinin Büyük Şeytan hesabına kontrol edilmesi çabaları,
İkinci ayağı da halkın istekleri bahane edilerek istenmeyen ülke yönetimlerinin tedip edilmesi ve bölgesel denklem içerisindeki konumlarının bedelinin en ağır şekilde ödettirilmesidir.
İkinci ayağı da halkın istekleri bahane edilerek istenmeyen ülke yönetimlerinin tedip edilmesi ve bölgesel denklem içerisindeki konumlarının bedelinin en ağır şekilde ödettirilmesidir.
Suriye yönetiminin diktacı karakteri, kurulduğu günden itibaren süregelen bir devamlılığa sahiptir. Ama nitelik olarak ne Suudi, ne Katar ne de diğer benzer Arap krallıklarından daha kötü değildir. Suriye yönetiminin sicilini en fazla kirleten noktalardan biri Hama katliamıdır. Şayet Hama’da o dönem yaşanan hadisenin aynısı Suudi’de, Katar’da ya da bir başka Arap ülkesinde yaşanmış olsaydı, Hama’daki korkunç tablodan daha insancıl bir tablo ortaya çıkmayacaktı.
Evet, bariz bir vekâlet mücadelesi veriliyor bölgede. Şu an hedefte Suriye yönetimi var ve tüm çabalar bir dış müdahalenin kapısını aralamaya yöneliktir. Dış müdahaleye kapı aralandığı takdirde şu anda kurtuluşlarını buna endekslemiş krallıkların birçoğunun sergileyeceği performans, ömürlerinin de uzamasını beraberinde getirecektir. Özellikle Katar ve Suudi’nin bu yöndeki açık çabaları ve nakarata dönüşen açıklamaları altında yatan temel faktörlerden bir tanesi budur.
Arap Birliği gözlemci heyeti ortak kararla Suriye’ye gönderildi. Ortaya çıkan sonuç, dış dünyaya yayılan seri katliam cinayetlerinin birçoğunun hikâye olduğunun adeta teyidiydi. Özellikle Katar ve Suudi krallığının yürüttüğü dezenformasyon, gözlemcilerin raporlarıyla çürütülüyordu. Bu nedenle gözlemciler baskı altına alındı, Baasçı olmakla suçlandılar. Öyle ya, Türkiye’nin de aktif katılımıyla piyasaya sürülen güdümlü muhalefete çok ciddi yatırımlar yapılmış, enva-ı çeşit silah ve lojistik imkan sağlanmış, elin gavuru ta Amerika’dan, Fransa’dan Hatay sınırına gelip “direnişçi”leri kaos ve sabotaj eğitiminden geçirmiş, tüm strateji dış müdahalenin kapısını açma üzerine kurulmuş, oysa bir avuç gözlemci tüm bu çabalara çomak sokma yolunu seçmişti.
Katar ve Suudi krallığı, derhal Suriye dosyasının BM’ye havale edilmesini istedi. Arap birliğinin toplantısından saatler önce Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun El Arabiyye televizyonuna yansıyan “Müdahale olursa katkı sunarız” açıklaması da bir yönüyle dostların elini güçlendirme, bir yönüyle de Birlik üyelerinin kararını etkilemeye dönük bir çabaydı.
Anlaşılan o ki, Arap krallıklarının önüne bir ajanda konulmuş, krallar bu ajandayı uygulama başarıları nispetinde belli bir ödül veya cezaya duçar kalmakla baş başa bırakılmışlardır.
Kısacası Arap krallar Suriye ile imtihan edilmektedirler. İmtihanı kazanan Büyük Şeytan’ın bölgedeki favorisi olacak; kazanamayan ise bir şekilde krallıktan şeytanlığa terfi edecek ve lanete maruz kalarak Mübarek’le aynı akıbeti paylaşacaklardır.
Unutmamak gerekir ki Mübarek, bugünkü Katar emirliğine tevdi edilen Arap dünyasının siyasi aktörlüğü görevini yürütüyordu. Arapları ilgilendiren siyasi meselelerde herkes Kahire’den gelecek direktiflere kulak kabartıyordu. Dolayısıyla Büyük Şeytan’ın bölgedeki en favori haşmetlûsu idi. Ancak oynaması gereken rolünü oynayamadı. Özellikle Filistin meselesinde önemli aktör haline gelen İslami Direniş Hareketini tasfiye çalışmalarında başarısız kalmakla kalmadı, başarısızlığı maskesini de düşürdü. Büyük Şeytan’ın en yakınındaki isim iken bir anda halkın galeyanı karşısında yapayalnız kaldı.
Mübarek’in rolü bir yönüyle Türkiye’ye, bir yönüyle de Katar’a verilmesi düşünüldü. Ancak popülaritesi artan Türkiye, Arap çemberi dışında kaldığı için Araplık gururunun farklı organizmalara uyum sağlayamaması nedeniyle Katar ön plana çıktı. Neticede “Milli gurur” Türklüğe has bir olgu değildi.
Şu anda deyim yerindeyse top Katar emirliğinde. Suudi yönetimi ise, daha ziyade halklar arası fitne hatlarının oluşturulması, mezhepsel fay hatlarının canlandırılması, tekfircilik akımı üzerinden gerektiğinde tedhiş hareketlerini finanse etmesi gibi pis işlerle meşgul durumdadır. Şu anda bu rolünü Irak’tan sonra Suriye sahasına da taşımış durumdadır. Üstelik bunu yaparken de Suriyelilerin selametine vurgu yapmaktadır.
İlginçtir, Arap cephesinde Suriye halkının avukatlığını yapma adına kamuoyunu etkileme gücüne sahip tüm kişi ve kurumlar, Esad yönetiminin devrilmesinde ittifak etmişlerdir. Bunun anlamı, Suriye halkına rağmen Suriyelileri kurtarma isteği gibi Irak’tan aşina olduğumuz “Özgürleştirme” operasyonunun Arapça olarak dillendirilmesidir.
Oysa Qatan Vakfı’nın Suriye halkı arasında yaptığı geniş çaplı bir araştırmanın sonuçlarına Esad’ın yönetimde kalmasından yana olanların oranı % 65 gibi yüksek bir rakama tekabul etmektedir. Öyle ki bu oran, bölgedeki en meşru hükümet gözüyle bakılan AKP hükümetine olan desteği bile geride bırakmaktadır.
Halkın Esad’ın kalmasından yana tutum takınmasının nedeni ise yine vakfın araştırma sonucunda gizlidir. Suriye halkı, yaygınlaştırılmak istenen iç çatışma veya olası bir dış müdahalede karşılaşacakları manzaralara katlanmak yerine Esad yönetimiyle baş başa kalmayı tercih etmektedir.
Kim bilir belki de aynı araştırma Suriye’ye dayatılan iç çatışma öncesi yapılmış olsaydı, Esad yönetimine verilecek destek % 65’in yarısı bile olmayabilirdi. Bu da demek oluyor ki bölge güçlerinin Suriye’ye dayattığı iç çatışma, dezenformasyon, yalan dolan propagandalar Esad yönetimini yıpratmak yerine daha da güçlendirmiştir.
Ama durum ne olursa olsun Suriye imtihanının kaybedilmesi en başta Suriye üzerinde yabancıların ajandasını yürüten aktörleri vuracaktır. Katar’ın ikiyüzlülüğü daha da belirginleşecek; Suudi’nin çaresizliği, Büyük Şeytan nezdinde affedilemeyecek hatalar arasında sayılmaya başlanacaktır. Daha da önemlisi, istikbal için düşünülen İran’a harekât konusu, büyük oranda Suriye üzerine oynanan oyunların akıbetinin sonucuna göre şekillenecektir.
Bu arada “Bölgesel barış” tan “Oyun kurucu”luğa terfi eden Türkiye’yi de unutmamak gerekir. Şu anki haliyle Irak’ta tükenen, İran’la ilan edilmemiş bir rekabet yaşayan, Suriye konusunda şimdilik tökezleyen Türkiye, hayalini kurduğu Yavuz misali yarma harekâtının başarısını tamamen Suriye’nin düşmesine bağlamış bulunmaktadır.
Elhasıl eskiden “Tüm yollar Bağdat’a çıkardı”; Şimdi ise istikamet Şam görünüyor.
A.Özgür / İnzar Dergisi / Şubat 2012