Amaç; Hukuk mu, Tasfiye mi
Özel yetkili savcının, Oslo sürecini hedef alan ve MİT-KCK ilişkisi etrafında şekillenen sorgu süreciyle ilgili attığı adım, Türkiye`nin çok tartışılan meselelerinden birisi oldu. Kimilerine göre savcının bu girişimi ‘suç işleyenlere karşın normal bir hukuk süreci başlatma` işlemi iken, kimilerine göre de bu, ‘tamamen birilerini tasfiye ve başbakanı hedef alma operasyonudur.
İkbal Atak - Doğruhaber
ÜSTÜNLÜK KURMA MÜCADELESİ
KCK operasyonlarını yürüten özel yetkili savcının “Açılım” döneminde MİT eliyle yürütülen kurumsal destekli görüşme sürecinde uygulanan kimi yöntemleri soruşturma kapsamına alarak başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere üst düzey beş MİT görevlisini sanık sıfatıyla ifadeye çağırması, tartışmaların fitilini ateşledi. Bu uygulama, devlet mekanizmasında geleneksel kökleri bulunan kurumlar arası çatışma ve üstünlük kurma mücadelesini akıllara getirdi.
KCK operasyonlarını yürüten özel yetkili savcının “Açılım” döneminde MİT eliyle yürütülen kurumsal destekli görüşme sürecinde uygulanan kimi yöntemleri soruşturma kapsamına alarak başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere üst düzey beş MİT görevlisini sanık sıfatıyla ifadeye çağırması, tartışmaların fitilini ateşledi. Bu uygulama, devlet mekanizmasında geleneksel kökleri bulunan kurumlar arası çatışma ve üstünlük kurma mücadelesini akıllara getirdi.
HEDEFİN BAŞBAKAN OLDUĞU YANSIMASI
Özellikle MİT’in KCK politikasına Başbakan’ın verdiği açık destek, soruşturmanın Başbakan’ı hedef alan bir arka plana sahip olduğu yorumlarına yol açtı.
Nitekim hükümetin tez elden İstanbul Emniyetinde görevli İstihbarat ve Terörle Mücadele’den sorumlu şube müdürleriyle beraber onların alt kadrosunu da kenara çekmesi, ilgili savcıdan da dosyanın alınması ve hakkında incelemenin başlatılması, hükümet kanadında da hedefin aslında MİT’in şahsında hükümetin kendisi olduğu kanaatinin tez elden pratiğe yansımasıydı.
Yaklaşık son on gündür özel yetkili savcının, Oslo sürecini hedef alan ve MİT-KCK ilişkisi etrafında şekillenen sorgu süreciyle ilgili attığı adım, Türkiye’nin çok tartışılan meselelerinden birisi oldu. Kimilerine göre savcının bu girişimi ‘suç işleyenlere karşın normal bir hukuk süreci başlatma’ işlemi iken, kimilerine göre de bu, ‘tamamen birilerini tasfiye ve başbakanı hedef alma operasyonudur.’
Gündemin anlık gelişmelerle renk değiştirdiği Türkiye konjonktüründe yaşanan bu gelişme, bir yönüyle hukuki çerçeve içerisinde gibi görünse de buna yüklenen anlam, diğer yönüyle “Yeni Türkiye” içerisindeki güç mücadelesini beraberinde getiren işaretler taşıdığı için uzun süre etkisini sürdüreceğe benziyor.
Hatta savcının, “Yargının bağımsızlığı ya da hukukun üstünlüğü”ne bina edilerek açtığı soruşturma, eğer bloke edilmemiş olsaydı, ucu güç mücadelesinin bir yansıması olarak Başbakan’a ve siyasi iktidara pekala uzanacak bir üstünlük kurma mücadelesine zemin oluşturmaya aday görünmesi, nisbeten uzun soluklu bir güç-tasfiye mücadelesinin kapısını araladığı söylenebilir.
Bu da, ortaya çıkan yeni sürecin etki edeceği artçı şokların önümüzdeki dönemde en çok konuşulacak konular arasında yer alacağını göstermektedir.
Üç Kurum, Üç Sembol:
MİT-KCK-EMNİYET
MİT, Oslo görüşmeleriyle ortaya çıktığı gibi, Türkiye’de yeni süreçle beraber güç kazanan siyaset kurumunun başta Kürt sorunu ve PKK olmak üzere bir takım sorunların çözüm perspektifini ortaya koyan adımlar atmasıyla hükümetin geleceğe dönük politikalarına göre hareket eden, kısacası hükümeti sembolize eden politikalarının silüetini yansıtır hale gelmiş bulunuyor. Ancak bahsedilen karmaşık yapısı, iç ve dış farklı fraksiyonların etkisine açık kanatların da bulunduğu geçerli gerekçeleri unutmamak şartıyla.
EMNİYET, soruşturma ve yargılamalara giden sürecin belirleyici ve ilk halkası olma özelliğinden dolayı buna yargı kurumunu da eklemek gerekir.
Hiyerarşik yapı içerisindeki konumu dolayısıyla siyasi iktidara/hükümete doğrudan bağlı olmasına rağmen, yeni süreçte hükümetten ziyade hükümetle zımnen koalisyon kurduğu söylenen farklı güç odaklarının politikalarını ifade eden, gerektiğinde hükümeti kulak ardı eden, hatta son süreçte yaşandığı gibi hükümeti zora sokacak politik atraksiyonlar sergileyebilen farklı bir kutbu sembolize etmektedir. Daha doğrusu bu şekilde bir rol biçilmektedir.
Teşkilatı etkileme gücünü bazen hükümetle, bazen hükümete rağmen ele geçirip insiyatif kuran güç odağı ile de nam-ı diğer “Cemaat” olgusunun kastedilmesi, bu kurumun üçüncü bir kimliğini de sembolize etmektedir.
KCK ise, kimi zaman Kürt sorunuyla özdeşleştirilen, kimi zaman Kürtlüğü tartışma konusu yapılarak salt terör organizasyonuna indirgenen, kimi zaman muhatap alınıp kimi zaman falakaya yatırılan; ancak son süreçte yaşandığı gibi yaşanılan sistem içi mücadelenin nesnesine indirgenen oluşumu ifade eder. Her halukarda sistem içerisinde karar mekanizmalarına yön vermek isteyenlerin üzerinde şanslarını denediği bir deneme tahtasına dönüştüğü/dönüştürüldüğü de artık söylenebilir.
Operasyonel Süreçleri İdare Etmek, Devlette Söz Sahibi Olmaktır
KCK operasyonlarını yürüten özel yetkili savcının “Açılım” döneminde MİT eliyle yürütülen kurumsal destekli görüşme sürecinde uygulanan kimi yöntemleri soruşturma kapsamına alarak başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere üst düzey beş MİT görevlisini sanık sıfatıyla ifadeye çağırması, tartışmaların fitilini ateşledi.
Bu uygulama, devlet mekanizmasında geleneksel kökleri bulunan kurumlar arası çatışma ve üstünlük kurma mücadelesini akıllara getirdi. Özellikle MİT’in KCK politikasına Başbakan’ın verdiği açık destek, soruşturmanın Başbakan’ı hedef alan bir arka plana sahip olduğu yorumlarına yol açtı.
Nitekim hükümetin tez elden İstanbul Emniyetinde görevli İstihbarat ve Terörle Mücadele’den sorumlu şube müdürleriyle beraber onların alt kadrosunu da kızağa çekmesi, ilgili savcıdan da dosyanın alınması ve hakkında incelemenin başlatılması, hükümet kanadında da hedefin aslında MİT’in şahsında hükümetin kendisi olduğu kanaatinin tez elden pratiğe yansımasıydı.
MİT’i hedef alan soruşturma haberiyle beraber hükümetin eş zamanlı tepkisi, meselenin kurumlar arası mücadele olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu.
Elbette kurumlar arası mücadele kanaati ilk elden ortaya konan ortak tespitti. Ancak sonraki günlerde tartışmaya asıl heyecan katan şey, Emniyet-Yargı sisteminin arkasında olduğu iddia edilen “Gizemli güç” üzerine yapılan yorumlar oldu.
Bu yorumlara geçmeden önce şu tespiti yapmak lazım. Türkiye’de düşman statüsü biçilen siyasi ve silahlı kesimlere dönük operasyonel süreçleri yönetenler, buna yönelik strateji belirleyip uygulayan kurumlar, aynı zamanda devlet mekanizmasına yön veren, devlet denen aygıtı kontrolüne alan asli güç konumuna da yükselmektedir. “Eski Türkiye” denen dönemde bu yönde öne çıkan kurum TSK olduğu için askerin gölgesi her tarafa yansımış ve askeri vesayet denen karanlık bir dönemin hüküm sürmesine yol açmıştı.
Ancak yeni süreçte askere geri adım attırılmasıyla beraber öne çıkan sivil iradenin de aslında kendi bünyesinde yekpare bir görüntü oluşturduğu söylemine karşın yaşanan son gelişme, sivil görünümün ardındaki farklı kurumların devletin dümenini ele geçirme çekişmesini yaşadıkları görülmektedir.
Bugün için dümeni ele alma mücadelesinin sıcak zemini KCK/PKK’ye dönük askeri ve siyasi mücadele alanı oluşturmaktadır.
Bu zemin üzerine oturup süreci sevk ve idare eden kurum aynı zamanda devlet dümenini elinde bulunduracak demektir.
Elbette devlette söz sahibi olmak salt kurumların ilgi alanı olmaktan ziyade, her kurumun aynı zamanda farklı bir siyasal ekolü temsil etmesi ve kimi zaman uluslararası boyut kazanan etki alanına sahip olması, kurumlar arası mücadelenin çetin geçmesinin temel sebebidir.
Dolayısıyla Emniyet-Yargı ortaklığının başlattığı bir tür başkaldırıya MİT-Hükümet cephesinin sert tepki vermesi, bu yönüyle anlam kazanmaktadır.
Soruşturma Tamamen Hukuki Gerekçenin Sonucu muydu? Yoksa!..
Doğal olarak soruşturma haberiyle beraber kimilerince siyasete yargı müdahalesi yorumlarının yapılması, “Yargı, bu gücü nereden-kimden alıyor?” sorusunu beraberinde getirdi.
Doğal olarak soruşturma haberiyle beraber kimilerince siyasete yargı müdahalesi yorumlarının yapılması, “Yargı, bu gücü nereden-kimden alıyor?” sorusunu beraberinde getirdi.
En çok dillendirilen iddia, Emniyet-yargı ikilisini büyük oranda etkileme gücüne sahip Gülen grubunun hükümete savaş ilanı şeklinde oldu. Doğrusu bu iddia, bir yönüyle somut bulgularla desteklenmeye muhtaç ise de sadece kuru bir gürültüden ibaret değildi.
Bu konu etrafında yapılmış yorumlar, taraflar adına söz sahibi olduğuna inanılan bazı şahısların zaman içerisindeki kimi beyanatları-yorumları, bürokrasinin farklı kademelerinde bu minval üzerine yaşanan mücadele, bu iddiaları besleyen en önemli bulgulardı.
“Cemaat” iddiası, salt cemaatle de sınırlı değildi.
“Cemaat” iddiası, salt cemaatle de sınırlı değildi.
Cemaatin beynelmilel bir aktöre dönüşmesi, medyasında başından beri Hakan Fidan’a yönelik dışlayıcı tavır sergilenmiş olması, bu sefer de israil faktörünün dillendirilmesine yol açtı. Hatta kimi analizciler, “Cemaat” olgusunun hükümete karşı israil’in tezlerini yürürlüğe koymak isteyen bir ajandaya sahip olduğu konusunda iddialarda bulundular.
Çünkü Hakan Fidan’ın MİT’in başına getirilmesi, israil terör şeflerinin de tepkisini çekmiş ve devletler arasında örneğine rastlanmayan bir reaksiyon göstermişlerdi. “Cemaat” olgusunun bu noktada israil’le paralel düşmesi, Mavi Marmara hadisesinde hükümete rağmen takındığı tavır ve farklı diğer meselelerde geliştirilen kimi söylemler, Gülen grubu’ndan israil faktörüne uzanan bir tünel için ciddi kanıtlar olarak bir kez daha yorumların konusu oluyordu.
Elbette bu meselede olduğu gibi olayı sadece yorumlama ve anlama refleksleri dışında başka gayeler peşinde koşan malum kesimlerin dünden temenni ettikleri “Gülen – Hükümet kavgası” beklentisiyle olayın üzerine gitmeleri farklı bir konudur.
Ak Parti’den kurtulmanın şimdilik tek yolunun yaşanacak kapsamlı bir kapışmadan geçtiğini düşünerek bunu körüklemeyi stratejik bir taktik olarak benimseyen kesimlerin medyatik kalkışması, aslında tasfiye edildikleri düşünülen kesimlerin tasfiye olmadıkları, bilakis “Uyuyan hücre” pozisyonunda kaldıklarını bir kez daha gösterdi.
Meseleyi temennilerle körüklemeye çabalayan kesimlerin taarruzu, yaşanan çekişmeyi gizlemeye tabii ki yetmemektedir. Ancak olası kapsamlı bir çekişmenin de her iki tarafa zarar vereceği gerçeğinin ortaya çıkması, iki kesimden de sağduyu ve birliktelik mesajlarının gelmesini beraberinde getirdi. Çatlak ya da çekişme söylemleri kesin ifadelerle reddedilme yoluna gidildi.
Yaşanan Çatlak, KCK Stratejisinin Bir Yansıması
İster iddia edildiği gibi Gülen grubuyla başlayıp israil faktörüyle birleşen strateji olsun, ister Emniyetle başlayıp yargı kurumuyla birleşen bağımsız Gülen grubu stratejisi olsun, isterse de Emniyet-yargı kurumunun salt kanuni-hukuki reflekslerinin sonucu olsun son süreçte yaşanan bu gelişme, KCK/PKK’ye dönük stratejide yaşanan farklı yaklaşımların çatışmasının bir sonucudur.
Gelinen noktada KCK/PKK’nin tasfiyesine dönük iki farklı eğilim belirmiş durumdadır. Eğilimlerden biri, hükümetin benimsediği ve MİT’i görevlendirdiği yöntemdir. Buna göre, Oslo süreci denen durumla ortaya çıktığı gibi, gerektiğinde görüşmeler yapılarak, hatta bir takım tavizler de vererek örgütün bir şekilde silah bırakmasını sağlamaktır.
Devlet projesi denen bu yöntem tabii ki PKK’nin isteklerini harfiyen yerine getirmek yerine geliştirilecek farklı yöntemlerle tasfiyenin kapısını aralamaktır. Oslo-İmralı görüşmelerinin temel mantığı buydu. Ancak başlayıp karşılıklı suçlamalarla akamete uğrayan bu süreç, psikolojik üstünlük rüzgarının PKK’den yana olduğu bir döneme denk geldi. Bu da devlet adına bir dezavantajdı.
Görüşme sürecinin akamete uğraması, hükümet idaresinde yine devlet patentli farklı bir rotanın çizilmesini beraberinde getirdi. Geliştirilen yeni rotaya göre, geride kalan görüşme sürecinde PKK’nin özellikle sivil alanda tamamen serbest bırakılması ve bu durumun KCK şeklinde yeni bir örgütsel modele dönüşmesiyle beraber oluşan farklı kanallardan yapılan sızma harekatının verdiği istihbarat avantajı da kullanılarak yeni bir askeri ve siyasi operasyon sürecine dönüştürüldü.
Buna göre örgüte indirilecek askeri ve siyasi darbeler sonrası psikolojik üstünlüğün devlete geçmesi ve bu şekilde masaya oturularak PKK’nin devletin yol haritasına mecbur bırakılması hedeflendi. Bu doğrultuda şehirlerde KCK operasyonlarına hız verilirken dağ kadrosuna da ölümcül darbeler indirildi.
Muhtemelen kısa zaman sonra yeni bir görüşme trafiğine başlanacaktı.
Ancak KCK operasyonlarında PKK’nin şehir yapılanmasının felç edilmesi, dağ kadrosuna dönük çok ciddi ve devlet açısından sonuç alıcı operasyonlarda sağlanan başarı, özellikle Gülen Grubu’nun etki alanında olduğu söylenen Emniyet-yargı ikilisinin bunu asıl hedef olarak öngörmesine yol açtı.
Son operasyonel süreci hükümetin öngördüğü PKK’nin elini zayıflatma stratejisinin dışına taşırarak mücadelenin asıl zeminine indirgeme çabaları, KCK operasyonlarını belki kısa vadede değil ama orta vadede içinden çıkılamayacak bir hale getirmeye yöneltti. Bir taraftan neredeyse her gün kitlesel tutuklamalar yapılıyorken, diğer taraftan izlenen Kürtçe savunma stratejisi ve bunun mahkemelerce kabul edilmemesi, yargılamaları da tıkanma noktasına getirdi.
Anlatılanlara göre hükümet artık bu durumdan rahatsız olma belirtileri gösterirken, Emniyet-yargı politikasına destek veren ve daha çok Gülen grubu çevresinin sesini yansıtan medya çevrelerinin de hükümetin olası yeni görüşme politikasına dönük sert eleştirileri birbirini izlemeye başladı. Bunun en canlı örneği de Beşir Atalay’a dönük aşağılayıcı haber biçimlerinin ilgili medyada sıklıkla yapılması ve en son bir kumpas olduğu aşikar olan Uludere olayından başlanarak MİT’in hedef tahtasına oturtulması oldu.
Gülen Çevresinin MİT yaklaşımı Ve Savunma Tezleri
MİT soruşturmasının gündeme düşmesinden sonra hükümete yakın medya, meseleyi komplo çerçevesinde ele alırken “Gülen medyası”nın KCK’ye sızan MİT elemanlarının karıştığını belirttiği kabul edilemeyecek suçlara yoğunlaşması, dikkat çekiciydi. MİT’in KCK gölgesi altında karıştığı ve ölümlerle sonuçlanan detaylara dikkat çekmesi, aslında suçlamalara cevap niteliğindeydi. Fethullah Gülen çevrelerine göre meselede kendilerinin bir dahli söz konusu değildi.
Ancak sızmalar eylemleri önleme amacı taşıması gerekirken MİT, eylemleri engellemediği gibi, çok sayıdaki olayın da bizzat faili konumundaydı. Dolayısıyla sızma denen harekat kötüye kullanılmıştı. Bunun sonucunda ölüm olayları bile gerçekleşmişti. Dolayısıyla aleni olarak suç işlenmişti ve sorumlulardan hesap sorulmalıydı.
Aslında meselenin “komplo” boyutu bir tarafa ama, ortaya atılan somut örnekler, gerçekten de kabul edilebilecek türden değildi. İstihbarat örgütlerinin sızma harekatları, suçun işlenmesine engel olma kaidesi üzerine kurulu idi. Ancak örgüt kademelerinde yükselme adına suça iştirak etmek, hatta öncülük etmek, olsa olsa “Yeni Türkiye’nin Eski Alışkanlıkları” olmalıydı.
Nitekim hükümet adına yapılan açıklamalarda işlendiği belirtilen suçların örgüte sızıp yükselmenin gerekçesi olarak savunulması ve suçun “görev” kapsamında değerlendirilmesi, komplo iddialarından daha vahim bir tabloyu ortaya koyuyordu.
İstihbarat Kurumları, İstihbarat adına Cinayet İşleyecek Kadar İleri Gidebilir mi?
Aslında Türkiye’de istihbarat kurumlarının illegal yapılara dönük faaliyetlerinde gayri ahlaki, gayri insani hiçbir sınır tanımadığı biliniyor. Özellikle 1990’lı yıllarda istihbarat adına insanların bile rahatlıkla öldürüldüğü, bilumum kirli işlere bulaştırıldıkları etraflıca biliniyor.
Aslında Türkiye’de istihbarat kurumlarının illegal yapılara dönük faaliyetlerinde gayri ahlaki, gayri insani hiçbir sınır tanımadığı biliniyor. Özellikle 1990’lı yıllarda istihbarat adına insanların bile rahatlıkla öldürüldüğü, bilumum kirli işlere bulaştırıldıkları etraflıca biliniyor.
Ancak yeni bir süreçten dem vurulduğu günümüzde hala bu tür durumların istihbarat adına yapılıyor olması ve bunun görev tanımı çerçevesinde korunmaya alınması, bu alandaki devlet reflekslerinin hiç değişmediğini ortaya koymaktadır.
Madem bu yöndeki alışkanlıklar değişmediyse, o zaman JİTEM ve Ergenekon yapılanmasının hedef tahtasına konulmasının anlamı neydi? Bu kesimlere dönük suçlamaların temeli bu tür kirli yöntemler değil midir? Kaldı ki, istihbarat adına çirkeflikleri savunmak, bunları görev tanımına sokarak sahiplenmek sadece MİT’le sınırlı bir durum değildir. Emniyet istihbaratı bu alanda MİT’ten geri kalmadığı gibi, jandarma istihbaratı da Emniyet istihbaratından geri kalır yanı bulunmamaktadır.
Lakin istihbarat örgütlerinin bizzat örgütledikleri yüzlerce cinayet, ayrıntılarıyla ortaya çıkmasına rağmen bugüne kadar yargı makamlarını harekete geçirmemişse, burada da durup düşünmek lazımdır. Bunun en bariz örneği de Hizbullah arşivinde ortaya çıkan sorgu kasetleridir.
O kasetlerde geçen ve yüzlerce örneği bulunan istihbarat kaynaklı cinayetlerden sadece bir örnek verelim. Tatvan’da imamlık yapan Gıyasettin Bağlam, 1994 yılında katledildi. Katil olarak da sara hastası bir genç PKK’li diye tutuklandı ve ağır hapis cezasına çarptırıldı. Ancak 2004 yılında medyada da geniş yankı bulan bu hadise, aslında İmam Gıyasettin cinayetinin ardındaki polis komplosunu açıkça ele veriyordu. Yapılan duruşmalarda Murat Kurtboğa’ya ait sorgu kaseti mahkeme heyetince izlendi.
Kurtboğa, o tarihte hapiste olmasına karşın ismini verdiği polisler tarafından nasıl hapishaneden alınarak cinayet mahalline götürüldüğünü, cinayeti ne sebeple işlediğini, çatışma ortamının Tatvan’a taşınması planını, cinayeti nasıl ve kiminle işlediğini, olaydan sonra polisler tarafından cezaevine getirilişini, bilahare Mersin’de bizzat polislerin gözetiminde kaç tane PKK’liyi öldürdüğünü, hangi polislerle hangi mafyavari ilişkilerde rol aldığını, yer ve zaman vererek anlatıyordu.
Bunun üzerine İmam Gıyaseddin’in katili diye 11 yıl boyunca içerde tutulan sara hastası genç serbest bırakılırken adı geçen polisler hakkında hiçbir soruşturmanın yapılmaması, işte bugün için savunulan “görev” tanımının sağladığı kurumsal desteğin sonucuydu.
Değişim rüzgarlarının estirildiği Türkiye’de hala aynı reflekslerle hareket ediliyor olunması, eski ile yeni arasındaki farkın boyutlarını da ele vermesi açısından önemlidir.
KCK – MİT İlişkisine Dair
Tartışmalı gündemin en ilginç başlıklarından birisi de KCK’ya sızmanın boyutlarına dairdi. Her konuda hükümetle, dolayısıyla hükümete bağlı MİT’le kanlı bıçaklı olan Aydınlık gazetesinin soruşturmayla 1000 kişilik MİT elemanının deşifre olduğu yönünde sitemkar bir başlık kullanması hem manidardı, hem de KCK’ye yapılan sızmanın hangi cenah vasıtasıyla yapıldığını göstermesi bakımından oldukça anlamlıydı.
Tartışmalı gündemin en ilginç başlıklarından birisi de KCK’ya sızmanın boyutlarına dairdi. Her konuda hükümetle, dolayısıyla hükümete bağlı MİT’le kanlı bıçaklı olan Aydınlık gazetesinin soruşturmayla 1000 kişilik MİT elemanının deşifre olduğu yönünde sitemkar bir başlık kullanması hem manidardı, hem de KCK’ye yapılan sızmanın hangi cenah vasıtasıyla yapıldığını göstermesi bakımından oldukça anlamlıydı.
Gerçi Karayılan, bunun doğru olmadığını, meselenin sadece psikolojik savaşın bir ürünü olup güvensizliği hedeflediğini belirtti.
İstihbarat örgütlerinin belli başlı görevlerinden birisinin de örgütlerde güvensizlik oluşturmak olduğu doğrudur. Ancak Kandil eteklerinde bile yaşanan “mahrem” gelişmelerin eş zamanlı olarak medyaya sızdırılması, insanların gündüz bile uğrayamadığı sarp dağlar arasındaki sığınaklara nokta operasyonlarında kolluk kuvvetlerinin gösterdiği başarı, hiç de psikolojik savaşla açıklanabilecek gibi değildir.
Yerleşim alanlarında da serseri mayınlara dönüşen belli grupların hedef gözetmeksizin yöneldikleri anlamsız eylemler, yakıp yıkmalar, talan ve kundaklama eylemlerinin tümü halkı sindirme sonucunu getirirken, örgüt çevrelerinde “direniş”in zaferi olarak yorumlanıyordu.
Oysa yapılan tüm bu eylemlerin halkın nefretini kazanmaya dönük ince bir stratejinin ürünü olduğunu idrak etmek basiret sahibi olmayı gerektiriyordu.
Kaldı ki sindirme ile bağlılık arasındaki ince çizginin fark edilmesi, korku atmosferinin sekteye uğratılmasıyla ancak anlaşılabilir. O zaman da iş işten geçer. Halkın nefretine odaklanan ince strateji, Avrupa’dan ithal edilen Kürt etiketli nevzuhur aktörlerle alternatif bir siyasi oluşuma dönüşme ihtimali, sindirme atmosferinin dağılmasıyla paralel olarak başarılabilirse, o zaman yapılan sızmaların gerçek boyutları anlaşılabilecektir.
Yine Karayılan, olsa olsa siyasi oluşumlara sızma yapmış olabilirler, derken Selahattin Demirtaş’ın, sızma harekatını kesin bir dille reddetmesi tersten işleyen bir ahenk içermekteydi. Kaldı ki kendisi şaibe altında olan Demirtaş, herhalde bu konuda en son söz söyleme hakkına sahip kişilerden biri olmalıydı.
Özellikle Yüksekova’da Mustazaf-der’e yönelik istihbarat destekli kundaklama ve katletme eyleminden sonra Demirtaş’ın takındığı sufli tavır, bölgede yeniden bir çatışmanın fitilini ateşlemeye dönük yırtınma çabası, bugünkü gelişmelerle karşılaştırıldığında daha da anlam kazanmaktadır.
Beklenen ya da Temenni Edilen “Büyük Kapışma” Yaşanır mı?
Gülen grubu ile hükümetin tez elden keskin bir kapışmaya yöneleceğini beklemek, kimileri için bir temenni olsa da sanırım gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü gelinen nokta, iki tarafın kapışmasına şimdilik olanak tanımamaktadır.
Gülen grubu ile hükümetin tez elden keskin bir kapışmaya yöneleceğini beklemek, kimileri için bir temenni olsa da sanırım gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü gelinen nokta, iki tarafın kapışmasına şimdilik olanak tanımamaktadır.
Kişiler veya kurumlar üzerinden küçük çaplı yoklamalar yaşansa da yaşanacak bir güç kaybının pusuda bekleyen eski düzen yanlılarının geri gelme olasılığına karşı iki taraf da azami dikkat gösterecektir gibi.
Ancak iki taraftan da yükselen “kapışmanın” olmadığı yönündeki açıklamalarına rağmen bundan sonra her şey eskisi gibi olur mu? Onu da zaman gösterecek.