• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...
Hikmet ve Güzel Öğüt...
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Müellif daha sonra şöyle demektedir: 

"Kişi ancak üç hususun bulunmasıyla nasihatten istifade edebilir. Bunlar: 

1 - Nasihata şiddetle ihtiyaç duymak, 

2 - Nasihat eden kimsenin kusurunu görmemek, 

3 - Va'd vaidi tezekkür etmek."

İnsanın nasihate, yani tergip ve terhibe ihtiyacı, onun Allah'a olan yönelişi ve tezekkürünün zayıf olduğu zamanlar artar. Kulu bu iki hali kuvvetli olduğu zaman ise, nasihate tergib ve terhibe olan ihtiyacı şiddetli olmaz; aksine bu durumda onun emir ve nehyi bilmeye olan ihtiyacı daha fazladır.

1 - Nasihat (va'z ve öğüt) denince, hem korku ve ümit ile birlikte olan emir ve nehy, hem de korku ve ümidin kendileri murad olunur. Allah'a yönelip tezekkür halinde olan insan, emir ve nehye şiddetle muhtaçtır. 

Gaflet edip Allah'tan yüz çeviren kimse ile, tergip ve terhibe (ümitlendirme, teşvik ve korkutma) daha muhtaçtır. 

Öte yandan inatçı ve muarız kimsenin şiddetli mücadeleye ihtiyacı vardır.

Kur'an-ı Kerim'de şu ayet bu üç hususu ifade eder: 

"(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et" (Nahl,125). 

Burada hikmet mutlak olarak zikredilmiş ve güzel diye ayrıca sınırlandırılmamıştır. Çünkü hikmet tamamiyle güzeldir, bu onun ayrılmayan bir vasfıdır.

Bu ayette öğüt güzel sıfatıyla kayıtlanmıştır. Çünkü her öğüt güzel değildir. Nitekim mücadele de böyledir. O da bazen güzel olur, bazen olmaz. Bu, mücadele eden kimsenin durumuna, katılık ve yumuşaklığına, hiddet ve inceliğine göre belirlenir. Bunun içindir ki, mümin diğer insanlarla, en güzel biçimde mücadele etmekle emrolunmuştur.

Ayrıca buradaki güzellik vasfı mücadelede kullanılan delil ve ifadelerin sıfatı da olabilir. Bu durumda mücadelede kullanılacak olan delil ve ifadenin en güzel, en açık, maksada en uygun olmaları istenmiş olmaktadır. Gerçek şu ki, ayet bu manaların her ikisini de içine almaktadır.

Öte yandan sonraki bazı alimler bu ayeti tefsir ederken şöyle bir görüş beyan etmişlerdir: 

"Bu ayette istidlal türlerine işaret edilmektedir. 

Mesela: 

- "hikmet" burhan,

- "güzel öğüt" hatabe

- "güzel bir şekilde mücadele" de cedel metoduna tekabül eder.

Bunlardan burhan kesin önermelerle yapılır ve ancak burhan metoduyla ikna olan havas için söz konusu olur. 

Hatabe korku ve ümit tarzındaki etki yapan iknai özellikteki önermelerle teşkil edilir. Bu istidlal metodu hatabe ile ikna olan avam ve halk için elverişlidir. 

Cedel ise ancak cedel metoduyla ilzam edilebilen muarrızlara karşı başvurulan bir metottur. 

Ancak bu tarz bir tefsir, Kur'an'ı Yunan mantıkçılarının kaide ve terminolojileriyle izaha çalışmaktır ki, bu bir çok bakımdan kesinlikle batıldır. Fakat bunları anlatmanın yeri burası değildir. Burada sadece öğütten bahsedildiği için değilinilerek zikredilmiştir. 

Ayrıca, Allah'a yönelen ve tezekkür eden kimsenin öğüde olan ihtiyacı gafil ve yüz çeviren kimseninki gibi değildir, öylelerinin unuttuklarını hatırlaması ve ondan yararlanması için, öğüde gayet büyük bir ihtiyaçları vardır.

2 - Öğüt (nasihat) verenin kusurunu görmeye gelince:

Bunun izahı şöyledir, insan nasihatçının eksik ve kusuruyla meşgul olursa onun öğütlerinden istifade edemez. Çünkü yaratılışının gereği olarak, insan, ilmiyle amel edip ondan yararlanmayan bir kimsenin sözlerinden istifade edemez. Böyle insanlar şu kimselere benzerler: 

Hastalarına ilaç yazan doktor onlarınkiyle aynı hastalığa müpteladır ve o ilacı kullanmamaktadır. Aslında bu doktorun durumu yaptığı nasihate aykırı bir hayat yaşayan o nasihatçınınkinden daha iyidir. Çünkü o doktor, onların reçetesine yazdığı ilaçların dengi olan başka ilaçlar kullanıyor olabilir. Kendisinin, ilaçla tedavi olmadan iyileşebileceğini düşünebilir. Oysa bu nasihatçı adam, böyle değildir. Çünkü, onun öğütlediği şey, kurtuluşunun yegane reçetesidir. Başka hiçbir şey onun yerini tutamaz, onsuz asla olunmaz. 

Nitekim bu hususu bildiği için Hz. Şuayb (a.s), kavmine şöyle demiştir: 

"Ben size menetiğim şeyleri (kendim yaparak) size aykırı davranmak istemiyorum"(Hud, 88). 

Bazı selef uleması da şöyle demişlerdir: 

"Eğer emir ve yasaklarının tutulmasını istiyorsa, birine bir şey emrettiğin zaman, önce onu kendin yap; herhangi bir fiili nehyettiğin zaman da ondan ilk kaçınan yine sen ol."

Şairin biri de şöyle demiştir:

Ey başkalarına öğüt veren kişi, sen o öğüdü önce kendine vermelisin.

Hastalara ilaç veriyorsun.

Oysa kendin aynı dertten muzdaripsin.

Kendi yaptığın bir işten başkalarını men etme.

Bu hal, senin için utanılacak bir şeydir.

Önce kendi nefsinden başla, önce onu kusurundan menet.

Nefsin kusurdan kurtulursa, sen işte o zaman, hakim olursun.

İşte o zaman sözün kabul edilir, sözüne uyulur ve öğüdün tesir eder.

Hülasa öğüt veren kimsenin kusurunu görmeme, onun nasihatdan istifade etmenin önemli bir şartıdır.

3 - " Va'd ve vaidi tezekkür etme"ye gelince, bu, kişinin korkup yasaktan kaçınmasına sebep olur. Aslında, öğüt ancak va'da ve vaide inanan, cehennemden korkup cenneti ümit eden kimselere bir fayda verebilir. 

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: 

"Şüphesiz ahiret azabından korkanlar için bunda elbette ibret vardır" (Hud, 103) 

"(Allah'tan) korkacak olan hatırlar (öğüt alır)(A'la.10)

"Sen ancak, ondan korkacak olardan uyarıcısın" (Naziat,45) 

"Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an'la öğüt ver" (Kaf, 45) mealindeki son ayet ise bu konuda yukarıdakilerden daha açıktır. O halde, va'd ve vaide inanmak ve onları hatırlamak, öğüt, ayet ve ibretli durumlardan istifade etmek için şarttır. Bunlar olmadığı takdirde öğüt ve ibret levhalarından istifade etmek imkansızdır.

Müellif şöyle devam etmektedir: 

İbret gözüyle bakmak da ancak üç şeyle gerçekleşir: 

1 - Aklının canlılığı, 

2 - Günleri bilmek ve 

3 - Süfli arzulardan kurtulmak."

1 - İbret almak ancak akılla mümkün olur ve gerçekleşir.

Aslında ibret kelimesi; bir şeyin hükmünden, onun benzeri olan bir başka şeyin hükmüne geçmek, bir şeyin hükmünü, onun aynısı olan başka bir şeye uygulamak esasına dayanır. Kişi herhangi bir kimsenin işlediği bir fiil sebebiyle başına bir bela ve musibet geldiğini gördüğü zaman, onun, aynı fiili işleyen herkes için söz konusu olduğunu anlar. İşte ibret de böyledir.

Aklın canlılığı sıhhatli bir şekilde kavrama ve anlama gücü ve kalitesi, eşyanın yarar ve zararını ayırma melekesi demektir. Bu canlılık Allah'ın dilediği kuluna lütfettiği bir nurdur. Bu nurun güçlük ve zayıflığındaki farklılıkları ya da , onun varlığı ve yokluğu durumlarındaki derecelerine göre insanlar anlama ve idrak konularında birbirlerinden farklılık arz ederler. Aklın kalple olan ilişkisi, gören nurun gözle olan ilişkisi gibidir.

Maneviyat yolcularının, yararını gördükleri tecrübelerine göre, devamlı surette: 

"Ya Hayy, Ya Kayyum, La ilahe illa ente" diyen, akıl ve kalp sağlığına nail olur.

Şeyhülislam İbn Teymiyye (r.a) bu mübarek sözü söylemeye ısrarla devam ederdi. Hatta bir gün bana şöyle dedi:

" Bu iki ismin (el- Hayy, el- Kayyum) kalbin hayatı için büyük tesiri vardır."

Kendisi bu iki kelimenin "ism-i azam" olduğunu ima ederdi. Onun şöyle dediğini de işittim: 

"Kim hergün sabah namazının sünneti ile, farzı arasında kırk defa,:

"Ya Hayyu, Ya Kayyum, la ilahe illa ente; birahmetike esteğisu"  (Ey Hayy ve Kayyum olan Allah'ım senden başka ibadete layık ilah yoktur. Senden rahmetinle yardımı isterim)cümlesini okumaya devam ederse, kalbi hayat bulur ve artık ölmez.

Eğer kul "esma-i hüsna" nın ibadet ve duadaki önemini, onun kainatın işleyişi, kulun istek ve ihtiyaçları ile ilgisindeki sırrı bilecek olsaydı, onu bulup mutlaka elde etmeye çalışırdı. Çünkü istenen her şeyin Allah katında "güzel bir isim" le karşılığı vardır. Kur'an ve sünnetteki duaları düşünecek olursan, onların da bu özellikte olduğunu görürsün.

2 - "Günleri bilmek":

Bunun manası, insanın sayılı günlerinin, yani ne eksik ne artık olmayan hayatının değerini bilmek demek olabilir. Kul burada ömrünün ne kadar kısa, nefeslerinin ne kadar sayılı ve sınırlı olduğunu düşünür. Onu bu dünyadaki her nefesi, ebedi hayatta milyonlarcasına tekabül etmektedir. İnsanın bu hayatı oradakine nisbetle bir hiç hükmündedir. İnsanın bu dünya hayatı ile ahiret hayatı mukayese bile edilemez. İşte kul buradaki zamanını, omurunu ya cennete veyahut cehenneme götürecek işler yolunda harcar.

Bu hayat, selim bir aklı ve düşünen bir kalbi olan kimse için rüyada geçen zaman gibidir. İnsana yakışan, O'nu ancak Allah'ın en çok sevdiği şeyler yolunda harcamaktır. Hatta kişi, ömrünü Allah'ın en çok sevdiği değil de, sadece sevdiği şeyler yolunda harcayacak olsa, yine kaybetmiş olur. Birde kendisine bir yaran olmayan, Allah'ın gazabını gerektiren yerlere harcayanın kaybını varın siz düşünün! Allah, Müstean'dır. Kuvvet de ancak O'ndandır.

Buradaki "günler" den Allah'ın, peygamberlerine ümmetlerine hatırlatmalarını emretmiş olduğu günleri kasdetmiş de olabilir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: 

" Andolsun biz, Musa'yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini hatırlat; diye ayetlerimizle göndermiştik.", (İbrahim, 5).

Bu ayette geçen "Allah'ın günleri" küfür ve masiyet sahiplerine olan azabı ile tefsir edilmiştir. Bu görüşlerden birincisi İbn Abbas, Ubey b. Kab ve Mücahidd'e, ikincisi ise Mukatil'e ait bulunmaktadır.

Doğrusu, "Allah'ın günleri" iki tefsiri de içine almaktadır. Bu günler hem düşmalarına uğrattığı musibet ve olayları hem de dostlarına lütfetmiş olduğu nimetleri kapsar. Allah'ın bu büyük nimet ve musibetlerinin "günler" olarak anılmış olması bunların o zaman zarfında cereyan etmiş olmalarından dolayıdır. 

Nitekim Araplar şöyle derler: 

"Falan zat arapların ve diğer insanların günlerini (eyyamü'l-Arab ve eyyamu'n- nâs) bilir. Bunun manası

" o günlerde geçen olayları bilir" demektir. 

Bu günleri bilmek, insanın onlardan ibret almasına vesiledir. Kul o günleri bildiği oranda ibret alır ve yükselir. 

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: 

"Elbette onların hayat hikayelerinde akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yusuf.111)

Bütün bunları elde etmek ise bir takım garazlardan, yani nefsani arzulara uymaktan, kötülüğe sevk eden nefsin isteklerine boyun eğmekten kurtulmakla mümkün olabilir. Çünkü nefsin arzularına uymak, aklın nurunu söndürür, kalp gözünü kör eder, hakka tabi olmaya mani olur ve doğru yoldan saptırır. Hem nefse tabi olup hem ibret gözüyle görmek asla mümkün değildir. Kul, nefsi arzularına tabi olduğu zaman düşünce ve görüşü bozulur. Nefsi ona güzeli çirkin, çirkini ise güzel olarak gösterir; hak ile batılı birbirine karıştırır. Şimdi bu kimseye tezekkür, tefekkür ve öğütün nereden faydası olacak?

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir