• DOLAR 34.312
  • EURO 37.22
  • ALTIN 3018.549
  • ...
Şapka ve Harf Devrimleri
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ahmet Yılmaz / Yazı Dizisi
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra ard arda yenilikler yapıldı. Bu yeniliklerin herbiri için gerekçeler dile getirildi. “Saltanatın zamanı geçti” dendi. Cumartesi-Pazar tatili için ticaretin kolaylaşmasından söz edildi. Ama iki yenilik konusunda ayrıntılı gerekçeler belirtilmedi, bu yeniliklerin yapılmasında en azından elit kesimin ikna olması için beklenmedi: Şapka Devrimi ve Harf Devrimi.
 
Biri toplumun bedensel görünüşü; diğeri zihinsel düzenlemesiyle ile ilgiliydi.
 
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, Ziya Gökalp’ın sloganlaştırdığı Türkleşmek, İslamlaşmak, Medenileşmek (Batılılaşmak) hedeflerinden “İslamlaşmak” terk edilmiş, “medenileşmek” hedef seçilmişti.
 
Cumhuriyeti kuran ekip “medeniyet” olarak “Batı medeniyeti”ni anlıyor; sadece “medeniyet” demek yerine “muassır medeniyet (çağdaş uygarlık)” diyerek hedefini tarif ediyordu.

Dıştan bir bakışla “Türkleşmek” de bir hedefti. Ancak bu “Türkleşme” Balkan Müslümanlarının anladığı gibi “Müslümanlaşma” ile eş anlamlı değildi.
 
Yeni bir “Türk” tarifi yapılıyordu. Bu tarif eski tarife muhalifti. Balkan Müslümanlarının bildiği Türkleşmek; Karahanlı Türk Devletinin Müslüman olmasıyla gelişen Gaznelilerde, Selçuklularda ve Osmanlılarda devam eden Müslüman Türklüktü. Oysa o günlerde Garpçı denen Batıcıların tarif ettiği Türk, “Muassır Medeniyet”le şekillenen “Türk’tü. Onun biyolojisi geçmişe aitse de fikri yapısı geçmişe tam zıt olacak, Batı uygarlığına göre şekillenecekti. Bu yeni Türk, kiliseye gitmek hariç, Parisliler gibi giyinecek, Parisliler gibi yiyecek, Parisliler gibi içecek, Parisliler gibi evlilik hazırlığı yapacak, nikâhını Parisliler gibi kıyacak, düğününü Parisliler gibi yapacak, Parisliler gibi çocuk yetiştirecek, karısını yanında Parisliler gibi gezdirecek, boşanacaksa Parisliler gibi boşanacaktı. Açık bir ifadeyle bu Türk; düşünce ve şekilde Fransız, biyolojide Türk olacaktı. Buna Fransız model Türk ya da Fransız modası Türk tipi denebilirdi, Bu Türk’ün kendisine yabancılaşması anlamına gelmiyor muydu? Batıcılara göre “Hayır!” Neden “Hayır!” İşte oranın çok irdelenmesi istenmiyordu.
 
Batı medeniyeti simgeciydi, ona göre nasıl ki Roma’daki putlar kırılıp yerine “İsa – Meryem Heykelleri” konmadan Batı, Hıristiyanlaşmamışsa Batı uygarlığının simgeleri (şiarları) alınmadan Batılılaşma söz konusu olamazdı.

Giyim ve yazı, iki önemli şiardı. Biri, her an ve her yerde toplumun hangi medeniyete, hangi dine ait olduğunu gösteriyordu; diğeri toplumun düşünce yapısının hangi medeniyetin, hangi dinin kaynakları üzerinde geliştirmek istediğini beyan ediyordu.
 
Giyim, beden için, alfabe düşünce için üniformaydı. Eski giyim ve Arapça alfabe kendilerini ümmete ait hissedenlerin beden ve düşünce üniformasıydı.
 
Hâlbuki ümmetle bağ koparılmak isteniyor; “ulus” diye tarif edilen Batı medeniyetine ait, kendi içinde hareket kabiliyetine sahip olma iddiasında olan ama bütün olarak Batı dünyası içinde yer alan yeni bir bağ oluşturuluyordu.
Bu yeni bağın tutması, “ümmet” bağının makaslanmasına bağlıydı.
 
Bir Fransız eskiden İstanbul’a geldiğinde “Bunlar Türk – Bunlar Osmanlı” diyordu. Niye? Çünkü kıyafetleri kendi kıyafetine benzemiyordu? Artık “Bunlar Avrupalı” diyecek, kendisini İstanbul’da, Ankara’da hiç de “Fransız” hissetmeyecek, daha doğrusu gördüğü yer “kendi evi” gibi olacak, orada hiçbir şeye Fransız kalmayacaktı? (Atatürkçü yazarlardan Hıfzı Topuz, “Devrim Yılları” adlı romanında Fransız bir gazeteci kadının İstanbul ve Ankara’da yaşadıklarını bu bağlamda gayet güzel anlatır. Fransız kadın, nihayetinde, çağdaş bir Türk gazetecisiyle dost olur, ondan bir oğulları olur, adını “Mustafa Kemal” koyarlar.)
 
Arapça harfler, bir talebeyi sonuçta Kur’an-ı Kerim’e götürüyordu; bu, Batı uygarlığı yolundaki bir toplumun ulaşacağı, ulaşmak istediği kaynak değildi. Batı uygarlığı, eski Latin kaynakları üzerine gelişmişti. Öğrenmenin, düşünsel şekillenmenin başlanagıcı olan harfler, çocuğu, dolayısıyla yeni nesli (Çağdaş Türkü) o kaynağa götürmeliydi. O hâlde yeni alfabe Latin alfabesi olmalıydı.
 
Türkleşmek, bu projenin neresinde yer alıyordu. Kıyafet Batılı, yazı Batılı ama hedef Türkleşmek... Bu, nasıl izah edilir?
Batıcılar için Türkleşmek, ulusal soldaki ulusallaşma gibiydi. Ulusal solda hedef soldur, uluslaşmak sadece topluma ulaşmak ve toplumda zemin bulmak için bir araçtır. Batıcılar için de “Biz özümüze dönüyoruz” demek, böyle bir araçtı. Batı uygarlığı yolunda olmak çok farklı, çok sihirli, çok şaşırtıcı bir şeydi. Batıcı, Tunus’ta “Araplaşmalıyız-Araplaşıyoruz-Araplaştık” dedikçe toplum, bu nidanın, bu nutkun ardından bir Arap beklerken birden bir “Fransız” çıkıyordu karşısına, Tokyo’da “Japonlaşıyoruz” diye bekleyenin karşısına yine “Fransız”; Ankara’da “Türkleşiyoruz” diyenin karşısına yine Fransız, hatta Erbil’de “Kürtleşiyoruz” diye nutuk atanın karşısına yine “Fransız” çıkıyordu (O müthiş uygarlık sihirbazının sepetinin altından her seferinde her nasılsa tavşan çıkıyordu adeta.)

Bu, tarif edilemez, müthiş bir beceriydi. İnsanların gözlerini alır onları öz benliğine yabancılaştırırdı.

ŞAPKA İNKÎLABI
Memur kıyafeti, daha II. Mahmud döneminde kısmen Batı’ya uydurulmuştu. Başa takılan fes de o dönemde yaygınlaşmıştı. Ancak Kuzey Afrika Müslümanları arasında yaygın olması ve alimlerin fes’i İslam’a aykırı bulmaması bu serpuşun (başlığın) kısa sürede tutulmasına, dışarda Osmanlı’nın, içeride “efendi, bey şehirli” olmanın simgesi oldu.
 
Kimsenin aklına o serpuşu veya benzerlerini değiştirmek gelmemişti. Kurtuluş Savaşı boyunca çocuklar, Türk askerlerini fes’li, kalpaklı resimlemişlerdi, Yunan askerleri içinse “Şapkalı gâvurlar”, Batılılar için “fotürlü düşmanlar” demişti. Savaşın kazanılmasından sonra bu simgeleşen başlığın Anadolu insanının başına konması bir hayal bile değildi.
 
Mustafa Kemal’i anlatan Atatürk’çü yazarların en çok zorlandıkları iki noktadan biridir şapka meselesi. (Diğeri Harf Kanunu)
“Atatürk Devrimleri” hakkında çokca yazan Sadi Irmak “M.Kemal’de kılık değiştirme ve şapka giyme duygularını, ona ilk hissettiren fikirleri gerçeğe en yakın bir surette anlatmak güçtür” diyerek bir gerçeği açıkca itiraf eder.
 
En yaygın gerekçeleri bir Fransa gezisidir. Hemen hemen konuyla ilgili her kitapta yer alır. İddiaya göre M. Kemal binbaşı iken bir Fransa gezisine çıkar. Bir tren istasyonunda başını camdan çıkarıp meyve alırken trenin ayrılacağı sırada meyve satan çocuk onun fes’ine bakıp “Türkos” diyerek küfür savurur. M.Kemal, kendisine bu küfrü ettiren fes’e çok kızar ve Paris’e varınca gidip bir frenk (Fransız) kıyafeti alır. Meğer kıyafet bando subaylarınınmş. Yanındaki Fransız subay ona “Hangi aleti çalarsınız?” deyince iyice bozulur. Bu, onda fes’e karşı bir düşmanlık oluşturur. (Kaynak: Sadi Irmak)
 
Şapka Devrimi’nin bütün gerekçesi bu ise ortaya ilginç bir durum çıkar. Beğenme konumunda olan bir Avrupa vardır ve kendisini o beğendirme konumunda olan bir Türkiye. Bu ikisini cisimleştirip aynı sahnede buluşturur musunuz? Başkasının çaldığı davulun stiline göre kim oynamak ister? Ya başkaları için kıyafet giymeyi... Onları “değiştir” dedikçe bütün karşı çıkışları göze alarak hemen değiştirivermek...

Konu, bu kadar basit olmasa gerek... Sebep her neyse 1925’ten itibaren M.Kemal, Atatürk Orman Çiftliği’ne (Ankara) bir Güney Amerika fotürüyle gidip gelir. Kimse, bunu çok önemsemez. Ama aynı yılın Ağustos ayında Kastamonu’da resmen şapka giyip arkadaşlarından da bunu isteyince konunun ciddiyeti ortaya çıkar. Kendisiyle birlikte o gezide bulunanların yanında tabii olarak şapka yoktur, herkes mahalli terzilere koşar ve şapkaya benzer bir şeyler diktirir, diğer gün ortaya bir serpuşlar (başlıklar) sergisi biçiminde manzara çıkar.

27 Ağustos’ta, Kastamonu İnebolu’da yaptığı konuşma, sonraki günlerin habercisidir. “Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve evrensel kıyafeti alacağız. Buna caiz değil, diyenler vardır. Onlara diyeyim ki çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz... Arkadaşlar özellikle söylüyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir... Bu yüksek neticeye ulaşmak için lâzım gelirse bazı kurbanlar da verelim.” Hemen ardından bunu şöyle gerekçelendirir:
“Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır... Semalarda pervaz eden... Yıldızlara kadar her şeyi gören medeniyetin ulviyetine karşı Ortaçağ zihniyeti ve ilkel hurafelerle karşı çıkanlar mahvolmaya, esir ve zelil olmaya mahkumdurlar.”


Süreç netleşmiş, teslim olunacak güç çağdaş Batı’dır ve bunu kabul etmeyenlere acınmayacaktır. Süreç, 2 Eylül 1925’teki Bakanlar Kurulu kararıyla resmileşti, 25 Kasım 1925’te ise şapka giymeyi zorunlu kılan ünlü kanun çıkarıldı.

Denilebilir ki bu Anadolu’da en çok tepki alan kanundu. Hilafetin kaldırılması bile Şeyh Said vakası dışında bu kadar yankı uyandırmadı. Kolluk kuvvetleri hemen harekete geçti. İskilipli Atıf Hoca, kanundan çok daha önce Frenk mukallitliğine dair bir risale yazdığı hâlde, kanuna karşı çıkanlara ders olsun diye tutuklandı, idam edildi ama tepkiler dinmedi. Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” kitabında kısmen aktardığıyla Maraş’tan pek çok kişi Adana’ya götürülüp asıldı. Sonra neredeyse her şehirden iki kişi asıldı. Yine de halk, sadece şehre gittiğinde bulabilirse şapka taktı. Bu bile Vitali Hakko (Vakko) başta olmak üzere uyanık Yahudi tüccarları şapka ithalatına götürdü. Avrupa’dan gemi gemi şapka ithal edildi, öyle ki başta İtalya ve Yunanistan olmak üzere kimi Batı ülkelerinde aşırı talepten kaynaklanan küçük bir şapka kıtlığı bile yaşandı. Sanki bu yenilik Batı’ya özellikle hissettirilyor, “Yeniliğin” sadece kültürde değil, ekonomide de nasıl Batı lehine geliştiği anlatılmaya çalışılıyordu.

Bu arada vakanın başında Kastamonu müftüsünden ilginç bir fetva alınmıştı: “Ateşe tapanlardan alınan bir inek, yeni sahibini yabancı kılıkta görüp yadırgarsa, sütünü sağdırmazsa o adamın ateşe tapanların kılığına girebilmesi için cevaz vardır.”

Müftü Bey, böyle deyiversin... Nice Anadolu köylüsü şapka bulamayınca veya giymek istemeyince sütünü satmak için şehre inmedi, yokluğa razı oldu, çocuğunu hastaneye götürmedi.

Kanun, her darbeden sonra Siirt gibi özel (!) illerde sıkıca uygulandı. 1960 ve 1980 ihtilallerinde şehre sarıkla girmek yasaklandı. Şehrin girişindeki Avgerme Karakolu, arama noktası kurup yakaladığı sarıkları, halkın gözü önünde yaktı.
Bugün ise Atatürkçü dernekler bile şapka yerine Kurtuluş Savaşı kalpağını (özel askeri fesini) simge olarak kabul etmektedir.

HARF İNKILABI

Türk toplumu, İslamiyet’ten önce Göktürk, Uygur alfabeleri gibi alfabeleri kullanmışsa da yazıyla kitlesel anlamda İslam’la tanışmıştı. İslam harfleri, bütün Müslüman toplumlar gibi Türkler için de çok değerliydi. Halk nezdinde İslam harfleriyle yazılmış her metin mukaddes görülürdü.

Osmanlı’da yenilikten söz edenler, harf değiştirmeyi gündeme getirmemiş, Ali Suavi gibi bunu sessizce dillendirenler ciddiye alınmamıştı. Sanırım İzmir Kongresi sırasında İslam harflerinin zorluğundan söz edenlere Kâzım Karabekir, sertçe çıkışmış, “Biz, bir harf bilmeyen erlere 2-3 ayda okuma yazmayı çok iyi öğretiyorduk” demişti.

İslam harflerinin özellikle el yazısı için ayrı bir çekiciliği vardır. Çok iyi Fransızca bilen, inançlarını bile yitirmiş katı Batıcı Osmanlı aydınları bile İslam yazısına tutkundu; Tevfik Fikret aruzdaki pek çok sorunu gidermiş, Enver Paşa yazıya daha işlek bir şekil vermeye çalışmıştı. Osmanlı’da ilk kez 1876 Anayasası ile eğitim almak zorunlu olduysa da hiçbir zaman okuma-yazma kampanyaları düzenlenmemişti. Buna sürekli savaşlar da eklenince yazı bilenlerin sayısı çok değildi ama o günün koşullarında her yerin ihtiyacını karşılayacak kadar bilen vardı. Okul sayısı artsa, bir kampanya düzenlense halk beşikten 70 yaşına okuma yarışına girecek, bundan kuşku yoktu. Belki herkesin beklentisi buydu. Ama öyle olmadı. Ümmetin her zayıf noktası, aleyhine bir araca dönüşüyordu.

1928’in ilk günlerinde dönemin ünlü Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt “Irkımın birgün güzel dilini latin harfleriyle ifade ettiğini görmeyi hararetle dilediğimi söylemekten kendimi alıkoyamam” deyince önce ciddiye alınmadı. Ama o “kendi hesabına konuşacak biri” değildi, ardından bir paniğe yol açtı. Falih Rıfkı Atay’a göre “Şapka inkılabındaki başarı, harf inkılabı için M. Kemal’e cesaret vermişti.”

İstanbul gazeteleri, her kesimden aydınlar itiraz ettiler, Nisan ayından itibaren M. Kemal’e heyetler göndermek istediler, bir netice alınmadı. Buna rağmen kimse bu işin olacağına inanmak istemiyordu. Bu, onların adlarını değiştirmek gibi bir şeydi. Haziran ayında M. Kemal, çoğu Batıcı aydınları, Çankaya’da toplamış ama onların bile desteğini alamamıştı. Buna rağmen 9 Ağustos’taki bir eğlencede ‘Lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz’ demiş, konuşmanın son kelimesiyle asıl mesajını vermişti. “mecburiyetindesiniz.”

Bu arada kurslar düzenlendi ama Fransızca bilen yılların gazetecileri bile M. Kemal’in huzurunda, bir tepki veya şaşkınlık eseri olarak Latin harfleri sınavından geçemedi, gazeteler her biri fıkralık, garip yazılarla doldu.

3 Kasım 1928 günü, Tanzimat Fermanının yıldönümünde Latin Harfleri Kanunu kabul edildi. Tanzimat Fermanı Batı’nın zoruyla ilan edilmişti. Latin harfleri için nasıl bir zorunluluk vardı? Bu hiç anlaşılmadı. O gün Cumhuriyet’in resmi gazetesi Hakimiyet-i Milliye gazetesinin bile Latin harfleriyle tertip yapacak yeterli elemanı ve dahası matbaa harfi yoktu. Ermeni, Yahudi matbalarında harf bulanlar buldu, geriye kalan bütün İstanbul dergi ve gazeteleri kapandı. Kapanmasa ne olacak? Okuyacak adam yoktu. Basın-yayın da neredeyse tamamen Ermeni-Yahudi Rum finansörlere kaldı. Batı’da matbaa harfi basan fabrikalar, harf değil, resmen para bastı.
 
İslam harfleri yasaklandı, bu resmen Kur’an-ı Kerim’in yasaklanması anlamına geliyordu. En azından halk böyle anladı, Kur’an’larını sakladı. Bir gecede koca Anadolu halkı bir yana İstanbul bile sabah “cahil” uyandı. Artık yoğrulmaya, beyni ümmetten koparılıp “ulus” bilinciyle işlenmeye çok daha müsaitti. Ama halk gizliden direndi. O günden sonra nice okul açıldı, nice kurs düzenlendi, bugün hâlâ düzenlenmeye, ihtiyar kadınlara okuma belgeleri dağıtılmaya devam ediliyor ama neredeyse 90 yılı bulan bu çaba Türkiye’de bir türlü okuma-yazma oranını yüzde yüze çıkaramıyor. Türkiye bu alanda Avrupa’nın en geri ülkesidir ve muhtemelen Tunus gibi Arap ülkelerinin de gerisindedir.
 
Acaba bu çabanın yarısı İslam harfleri için harcansaydı sonuç bugün böyle mi olurdu?

Öte yandan Cumhuriyet aydınlarının ilk kuşağı hiçbir zaman Latin harflerine alışmadı, hepsi yazılarını önce İslam harfleriyle yazdı, sonra Latin harflerine çevirdi. Onların iddiasına göre M.Kemal de böyle yapıyordu. Yakın dönemden Kenan Evren gibi askerler, Aziz Nesin gibi yazarlar o geleneği gizliden gizliye sürdürdüler. Önce İslam yazısıyla yaz, sonra Latin harflerine çevir... Bugün Feyza Hepçilingirler gibi Cumhuriyet Gazetesi yazarları bile eski yazı dedikleri Osmanlı İslam yazısının okullarda seçmeli ders olmasından yana ama hükümet bu konuyu gündeme almadı. Ne zaman alacağı da belli değil.
 
Son bir not:
Harf kanunu’ndan sonra Osmanlı arşivleri Bulgaristan’a “eski kağıt” diye satıldı, Bulgaristan o hazineden dilediğini Batı’ya verdi, dilediğini “Yakarım ha!” diyerek sakladı. Turgut Özal’a kadar da, “Yak Kardeşim!” denildi. Özal, “pahalı kağıt” değerindeki o arşivleri yeniden aldı. Bugün o arta kalan kısımlar bile hala hepsi düzenlenmediği halde bütün araştırmacılar için büyük bir hazinedir.
 

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir