• DOLAR 32.503
  • EURO 34.834
  • ALTIN 2442.2
  • ...
FANİLERE BAĞLANMAMAK
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

O’nun Şafi ismini gösterirken, açlıklar, susuzluklar, yiyecek ve meşrubatlar O’nun Rezzak sıfatına delâlet eder. Hakeza, doğumlar, dirilişler, oluşumlar… O’nun Xellaq ve Bari gibi isimlerine işaret ederken; eskimeler, çürümeler, kaybolmalar, ölümler ve yok oluşlar, Zat-ı Akdes’in ebediliğine, sermediliğine, fena karşısındaki mutlak bekasına yani Baki ismine şehadet eder ve ettirirler.

Baki olan Allah (cc), kendi zatı müstesna (canlı-cansız) kâinatta her şeye fena libası giydirmiş, her şeye sınırlı ve bitimli bir ömür biçmiştir. O’nun bekası ve Kur’an-ı Mubin’de yer alan “Kullu şeyin halikun illa wechehu…(O’nun zatı müstesna, her şey helak olucudur.) (Kasas-88)” hakikati gereği, (insan-hayvan-eşya) yaratılan namına aklımıza gelen ne varsa, dünya hayatı itibariyle, bir gün nihayete erecek, fena berzahından geçecek, Hak nazarında değil de, insan nazarında kaybolacak veya yok olacaktır. Yine O’nun bekası gereği, dünyadaki ölüm ve fenadan sonra, (insan ve eşya açısından) yeni bir varlık ve yeni bir hayatın başlangıcı olacaktır. Zira O’nun bekası için diğer her şeyin fenasının olması gerektiği gibi, yine O’nun bekası için saltanatının sermediliği için daimi bir varlığın olması gerekir.

Bu ilmi ve kelami izahatlardan sonra, dünyadaki faniliğe dikkatleri çekerek şunu deriz:

Her şey mecazi, bir O Hakiki,

Her şey fani, bir O Baki,

Her şey yalan, bir O gerçek,

Her şey harfi bir O ismi,

Her şey muhtaç, bir O Muğni

Evet, O’nun sermedi zatı müstesna, her şey fena damgası taşımakta. Beka kılıcı, fena’ya dair ne varsa kesip biçmekte. Fena buzları Şems-i Sermedi karşısında eriyip gitmekte. Kendisini dahi korumakta aciz olan insanoğlu, tasarrufunda bulundurduğu eşyayı da koruyamamakta, her şey adeta buharlaşıp kaybolmakta…

Düşünelim bir kere, geçmişte bıraktıklarımızı. Gün gün, ay ay, sene sene mazi derelerine terk ettiklerimizi, kaybedip neredeyse unuttuklarımızı, en basitinden; bir veya birkaç saat önce afiyetle yiyiverdiğimiz güzel ve leziz yemekler, tatlılar, meyveler… Bir veya birkaç saat sonra bizleri rahatsız etmekte, vücuttan atılması gereken artık ve zararlı maddeler haline gelmekte.

Özenle seçtiğimiz, sevinçle giydiğimiz, kaliteli dediğimiz güzelim giysi ve kıyafetler, aradan birkaç yıl geçtikten sonra kim bilir şehrin hangi çöplüğüne karışmış, çer çöp halini almıştır. Tatlı hayallerle temeli atılan, kat kat yükseltilen, gözleri kamaştıran binalar ve apartmanlar birkaç yıl sonra dökülmeye, yıkılmaya yüz tutmakta, kimileri de şiddetli bir sarsıntı ya da patlamadan sonra yer ile yeksan olmaktadır.

Hurdaya dönmüş lüks arabalar, eskimiş eşyalar, yıkılmış kaleler hep ölümden ve fenadan haber vermekte… Kurumuş ırmaklar, solmuş yapraklar, harabe olmuş yapılar, virane olmuş bağlar hep ölümden ve fenadan haber vermekte… Kırlaşmış saçlar, buruşmuş simalar, tutmaz olmuş eller ve ayaklar hep ölümden ve fenadan haber vermekte… Göçüp gitmiş dostlar, ahbaplar ve sevgililer; maziye karışmış eğlenceler, gülmeler, kahkahalar hep bu gerçekten haberdar etmekte…

Kabirler, kabristanlar, tarihe mal olmuş olaylar, tarih sayfalarına karışmış savaşlar, kahramanlıklar, ülkeler, imparatorluklar, miraslar, dersler, ibretler ve tarihin kendisi hep fenayı, fanileri anlatmakta.

Kısacası hayatın her alanında bu gerçek görülmekte, bu kanun, bu sünnet işlemekte: “Kullu şeyin halikun illa wechehu.” Hayata ve hayatın diğer unsurlarına, mal ve mülke, mevki ve makama, şan ve şöhrete, dost ve sevgililere, fayda ve zarara, doğru ve yanlışa hep bu zaviyeden bakmak gerekir. Zira “O’nun zatı müstesna her şey helak olucudur.”

Basiret sahipleri fani ve fena olana itibar etmemiş, her daim baki bir dost aramış, baki bir âleme, sermedi bir güneşe müştak olmuşlardır. Hz. İbrahim; “La uhibbul afilin. (Ben batanları sevmem.) diyerek Halilullah gibi eşsiz bir makama erişmiştir. Ne güzel ve ne kadar manidardır Üstad Bediüzzaman’ın haykırışı: Ey nefsim! Kalbim gibi ağla, bağır ve de ki: "Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân`a teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim.”

Bugün fert, toplum ve topyekun insanlık olarak, sorun ve sıkıntılarımızın temelinde fani olan dünyaya ve dünyalıklara gereğinden fazla ehemmiyet vermek, baki olan ahiret âlemini ve kazanımlarını ikinci plana atmak ya da önemsememek yatmaktadır. Zorba rejimler ve devletler hiç yıkılmayacak, hep payidar kalacakmış gibi sömürülerine bir yenisini katmaya çalışırken, uyutup uyuşturdukları insanlar, tul-i emel hırsıyla hiç ölmeyecekmiş gibi fani dünyalıklara bağlanmakta, beş paraya değmez dünya metaı için birbirlerini kırıp geçmektedirler. Oysa ki, dünyanın ve dünyalığın basitliğini ve hakikatini idrak etmiş peygamberler ve salih zatlar, bunlara pek önem vermemiş, fani dünyayı baki ve ebedi âleme geçiş için bir köprü olarak görmüşlerdir.

 

Üstad Bediüzzaman’ın hatıratından bir kesit sunarak konuya son vermek istiyorum:

“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’

“Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisâtı sinema ile hâl-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbâl hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahatin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki gülmelerine ve gayr-ı meşrû keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Ne mutlu faniye ve fanilere ehemmiyet vermeyip, yüzlerini bekaya çevirenlere.

Ne mutlu dünyayı gurbet, ahireti ise öz yurt (anavatan) bilip ahirete iştiyak duyanlara.

Ne mutlu fani dünyada baki âlemin saadetini kazananlara.

Cihan Bozoba / İnzar dergisi / Eylül 2011

 

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir