Elveda Şubat
Mehmet Emin ÖZMEN / Araştırma
ŞEHİD ABDULLAH ÖZDEMİR
Batman’da doğup, ilk, orta ve lise tahsilini burada bitirdi. Sonra Dicle Üniversitesi Fizik Bölümünü kazanarak, Diyarbakır’da eğitim hayatına devam etti. Resmiyetteki ismi, “Abdullah” olduğu halde ailesi onu hep “Fesih” diye çağırdı. “Camiye gelmediğimi görürseniz, ya şehid olmuşum ya da tutuklanmışım.” diyecek kadar mescide bağlıydı. Bu nedenle hem kendisinden ders alan çocuklar hem de cami cemaati ondan son derece memnundular. Mescide bağlılığını, takvası ile süslemişti. Pazartesi-perşembeleri oruç tutar, iftarını zeytin ve ekmek ile açardı. Bu durum maddi imkânsızlıktan değil, şehidin zahidane yaşam tarzından geliyordu.
Böylece takvanın kemallerinde dolaşan Abdullah’ın yaşantısını, Allah (c.c) şehadetle taçlandırdı. Kurşunlar tanıdıktı. İhanetkâr dost kurşunlar, dost namlulardan çıksa bile şehadet haktı. Hem Abdullah yalnız da gitmemişti Rabbine. Yanında arkadaşı Abdulcelil ile birlikte vardılar cennetteki iftar sofrasına. Çünkü ikisi de bir iftar yemeği davetine icabet etmek için yürüyorlardı. Arkadaşlarının iftar sofrasına yetişmeden, dost kurşunlar onları cennetteki iftar sofrasına uğurladılar. Kâbe’nin Rabbine andolsun ki kurtuldunuz. Ama kurşunların menşei içimizi acıttı. Çünkü resmi veya mülhid kurşunlar, dost kurşunlar kadar incitici değildi.
DAHA 17’SİNDEYDİLER NAZIM AKAY VE HALİL AVCI
Şehid Nazım Nusaybin’in Gedikli köyündendi. İlkokuldan sonra köy imamının yanında dersler okumaya başladı. O da cami yarenlerinden biriydi. Cami yareni olmak kolay değildi elbet. Hemen şer odaklarının dikkatini çekmişti. Uyarılardan, tehditlere varana kadar hiçbir şey onu camiden men edemedi. Nazım’ın ailesi bir tecrid hayatına tabi tutuldu. Babası; “Köydeki çocuklar dahi bizim çocuklarla oyun oynamaz, onları tecrid ederlerdi.” diyerek o günlerin zorluklarını dile getirir. Ancak şehid, kardeşlerini yalnız bırakmaz, dava arkadaşlarının sohbetlerinden aldığı bilgileri kardeşleriyle paylaşırdı.
Babası sonraki süreci şöyle özetler; “PKK taraftarı köylüler oğluma ‘sofik’ deyip onu küçümser ve hakaretler ederlerdi. Bir gece silahlı militanlar onu öldürme kasdı ile evimize gelmiş ama içeriye girmeyi başaramamışlardı. Komşularından aldığımız bu bilgi üzerine oğlum hicret kararı verir. Nusaybin’e gitmesine öldürüleceği korkusu ile mani olmak istedim ama O; “Bu canı veren Allah’tır, alacak olan da O’dur.” deyip gitti. Bir hafta sonra O’nu alıp tekrar Köye getirdim. Bu arada Nusaybin’den şehid haberleri gelmeye başladı. İbrahim Hoca’nın şehadetini duyduğunda; “Artık bana hayat hakkı yok” dedi.
Nazım, babasının yanından, Nusaybin’de ölüm-kalım mücadelesi veren arkadaşlarının yanına ikinci kez damlardan atlayarak gitmeye çalıştı. Babası O’na engel oluyordu. Oysa O’nun köyde kalacak sabrı kalmamıştı. Nusaybin’e gitti. Nitekim İbrahim Hoca’nın şehadetinden 10 gün sonra arkadaşı Halil Avcı ile birlikte, PKK tarafından kaçırılıp, vahşi işkencelerin ardından 29 Şubat 1992’de kurşuna dizildiler. Cesetleri Kışla Mahallesine atıldı. 2 günlük işkencenin tüm izleri vücudları üzerindeydi. Muhtemelen tornavida ve bıçak ile açılmış yara, el ve çenelerinde ise kayış izleri vardı.
Şehid Halil Avcı ise aslen Gerçüş’ün Batere köyündendir. Maddi imkânsızlıklardan dolayı Batı illerine çalışmaya giderdi. Konya’dan dönüşünde, Nusaybin’deki karışıklıklar üzerine burada mücadeleye başladı. PKK tarafından kaçırılıp, Nazım ile birlikte kurşunlanarak şehid edildi.
GERÇEKLERİN HATİBİ VE ARİFLERİN ARİFİ ŞEHİDLER: (HATİP DAĞ VE MOLLA ARİF KESER)
ŞEHİD HATİP DAĞ
Biz Mazıdağı’nı kartalı ile tanıdık. Meğer Hatip’leri de varmış. Hatip, Mazıdağı’nda başladığı diyanet memurluğu görevine, Mardin’de YİBO Kur’an Kursu memurluğuyla devam etti. Kur’an Kursu öğrencilerine İslami bir şuur vermek için çalıştı. İmam hatip lisesi öğrencileri ile de ilgilenip, kısa sürede Mardin’deki İslami faaliyetlere hız kazandırdı. Mardin İmam Hatip Lisesine bölgenin her yerinden öğrenciler gelip, mezun olduktan sonra yine bölgeye dağıldıkları göz önünde alınınca, Şehit Hatip’in İslam’ı hitap etmeye çalışmasının önemi büyüktü.
Yumuşak huylu, üstün ahlaklı ve sürekli mütebbessim yüzlü bir davetçiydi. İmam Hatip öğrencileri ile kendi aile fertleri ile daha fazla ilgilenirdi. Öyle ki, evinde kurulu bulunan sobayı bile söküp, öğrenci evine götürüp kurmuştu.
1993-94 yıllarında davanın önemli davetçileri arasına girmişti bile. Olgun şahsiyetinden dolayı herkesin “Abi” olarak çağırdı bir hatipti. Böyle bir şahsiyetin faaliyetleri göze batmış, 1995’te gözaltına alınmıştı. O yılların işkencelerini anlatmaya gerek yok sanırım. 30 güne yakın işkence gördü. Gösterdiği direniş emsal teşkil edecek düzeydeydi. Sonra tutuklanıp cezaevini konuldu. Serbest bırakıldıktan sonra tüm vaktini hizmete adadı. 2000’in Ocak ayı onun için apayrı bir zaman dilimiydi. Ocak ayının ardından şubatların, martların ve tüm dünya hayatının bir anlamı yoktu. Çünkü baharını ötelerde yaşamak istiyordu. 2002’nin Mart’ında Adana’da Molla Arif’e misafir oldu. Resmi gözler izliyormuş evi. İkinci gün evi bastılar. Molla Arif ile birlikte resmi kurşunlarla şehit oldular.
ŞEHİD MOLLA ARİF
Şehid Molla Arif, 1965’te Muş’un Deraçengeli Köyü’nde doğdu. Babası Bingöl’den bu köye gelip yerleşmişti. Baba Hacı Kamil, Köy’deki Zaza aşiretinin ileri geleniydi. Arif ortaokul’dan sonra medrese eğitimine başladı. 19 yaşlarında medrese eğitimini tamamladıktan sonra abisi ile birlikte Gaziantep’e yerleşti. İlkönce çaycılık, sonra bakkal dükkânı işletti. Bu dükkânı, aynı zamanda halkın fıkhi meselelerinin çözüldüğü yer olarak kullanıyordu.
1991 yılında dava ile tanışan Molla Arif, sadakatinden dolayı kısa zamanda aktif davetçilerden biri oldu. Birçok davetçi gibi mülhit gözlerin hedefiydi. PKK tarafından tehdit edilmeye başlandı. Ama sert bir kayaya çarptıklarını kısa zamanda öğrendiler. Çünkü Molla Arif bu tehditlere boğun eğmeyecek, cesur bir dava adamıydı. 1994 yılında kalabalık bir grubun saldırısına uğradı ve tek başına onlardan birkaç kişi yaraladı. Bu nedenle bir buçuk yıl cezaevinde kaldı.
Cezaevinden çıktıktan sonra bulunduğu yerden taşındı. Gittiği yerlerde hep kendi el emeği ile rızkını kazanmaya çalışıyordu. İsteseydi aldığı medrese eğitimi sayesinde bu tür işleri yapmayabilirdi. Fakat o alın terinin sofrasına koyduğu nimetleri tercih ediyordu. Dünya işleri O’nun ibadi yönünün azalmasına asla bahane teşkil etmiyordu. Takvanın kemal derecesine yükselmişti ki Allah (c.c) şehadet mertebesini kendisine layık gördü.
Hatip Dağ isimli davadaşı ona misafir olunca, resmi gözlerin bakışları keskinleşti. 06/03/2002 tarihinde evi basılıp, arkadaşı ile birlikte Rabbi Rahim’in katına yükseldiler.