Modern bilimin doğuşu ve gelişimi- I
SİRACETTİN ASLAN / ARAŞTIRMA
Modern bilimin doğuşuna ve gelişimine tanıklık eden dâhili ve harici birçok saik bulunmaktadır. Hârici saikler bakımında modern bilimin tarihsel arka planında, Antik Yunan, Kilise Müessesi, Roma ve bilhassa da İslâm Medeniyeti vs. yer almaktadır. Modern biliminin doğuşunu, gelişimini hazırlayan ve modern tefekkürü şekillendiren dâhili saiklerin başında ise, Rönesans akımı ve Aydınlanma çağının düşünme ilkelerinin yanı sıra Kopernik (1473-1543), Kepler (1571-1630), Galileo (1564-1642), Newton (1643-1727) ve Descartes (1596-1650) gibi birçok bilim adamının bilimsel çalışmaları gelmektedir. Bu bağlamda araştırmamız, modern bilimi, onu vücuda getiren dâhili saikler ekseninde irdelemeyi amaçlamaktadır.
Dâhili saikler bağlamında teşekkül olunan modern bilim, Avrupa’da coğrafik keşiflerle birlikte meydana gelen sosyal, ekonomik ve bilimsel gelişmeler sonucunda ortaya çıkan ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden araştırma biçimine karşılık gelmektedir (Küçükalp ve Cevizci, 2010, 109). Bu araştırma biçimi, evren ve topluma ilişkin araştırmalarında aşkın unsurların tecrid edilerek salt insansal yetileri merkezine alan akılcı ve deneysel bir muhtevayı konu etmektedir. Burada her iki alan ilişkin elde edilen hakikat bilgisinin değerini, hümanizmaya dayalı öznel aklın çerçevesi belirlemektedir.
Yeniden doğuş anlamına gelen ve 15-16. yüzyılın ortaçağ ve reformist döneme tekabül eden Rönesans akımı, bir yandan Kilise ilahiyatının düşünsel aklının sarsıldığına bir işaret olmakla birlikte bir yandan da modern bilimsel düşüncenin doğuşunu hazırlamıştır. Rönesans ile birlikte temelleri atılan modern bilimin esas varsayımları arasında, kâinattaki işleyişin anlaşılması bakımından onun rasyonel ve objektif bir şekilde ele alınması için matematiksel formülasyonlardan, tümdengelimsel rasyonaliteden, deneysel yöntemden ve geleneksel görüşlerden ayrık doğrulanabilirliği ve sistematik şüpheci tavırlar yer almıştır (Huff, 1993, 106). Bu tavırlardan bilgisel destek alan Rönesans akımı, aşkın olana karşı isyan bayrağını dalgalandırarak insan ve insansal yetilerin yüceltilmesi (Nasr, July 1990, 93) üzerine yoğunlaşarak modern bilimin doğuşunu ve gelişimini hızlandırmıştır. Burada Rönesans’ın insansal yetilerin yüceltilmesi ifadesi, İlhan Kutluer’in ifade ettiği gibi, antik pagan kültürlerinde hâsıl olan insan merkezli (antroposantrik) bir yorumlamayı merkeze alan toplumun yeninden ihya etme çabasının mukabili olarak görülmelidir (Kutluer, 2005, 151).
Rönesans zihniyetinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve iki yüzyıl (17-19 yy) boyunca Batı’yı tesiri altına alan Aydınlanma(!) çağı, seküler ve materyalist aklın hüküm sürdüğü ve aynı zamanda geçmiş ile olan kopuşu ifade eden bir çağa tekabül eder. Bu seküler çağdaş bilim adamları, Rönesans’tan miras aldıkları insan hayatının düşünsel bağlamına ilişkin fikirleri daha ileri bir safhaya taşıyarak maddi dünya ile sınırlandırma yoluna giderek deneysel bir düzlemde tahlil etmişlerdir. Bu bakımdan Aydınlanma çağının temel fikir ve zikir arayışı, seküler bilgi nazariyesi ve varlıksal anlayış doğrultusunda “ideal insan” ve “ideal toplum” inşası üzerine var olmuştur. Bu ideal insan ve toplum inşası konusunda Nakib al-Attas, Rönesans ile Aydınlanma çağı arasında doğrudan bir ilişkiye işaret ederek Rönesansı, Batı uygarlığının yeninden doğduğu bir çağ ile kavramsallaştırırken Aydınlanma çağını ise Batı uygarlığının rüşte erme, reşit olma çağına mukabil geldiğini vurgular (al-Attas, Islâm and Secularism, 37).
Ancak, modern bilimin gelişmesine işlevsel katkısı olan Rönesans ve Aydınlanma çağında bilimsel alanda sürdürülen bu atılımlar, kendiliğinde meydana gelmiş değildir. Bu atılımların, kilise ilahiyatıyla girdiği bilgisel ve fikirsel bir çatışma süreci sözkonusudur. Başlangıçta kilise tefekkür biçimine bir tepki olarak ortaya çıkan Rönesans, kilise ile girdiği epistemolojik çatışma sonucunda tedrici olarak deneysel düşünmenin kiliseye/dini düşünceye karşı süre gelen bir zaferle sonuçlanmıştır. Rönesans hareketinin başlatıcıları, bu zaferin en belirgin sebeplerini, kilise ilahiyatının deneysel testlere ve eleştirel sınamalara tabi tutulmayan dogmatik bir görünümünün olmasıyla ilişkilendirmişlerdir. Buna bağlı olarak modern bilimin algısında, kilise öğretisi üzerinden bütün dini öğretilerin dogmatik olduğu ve doğru bilgiye giden yolların da deneysel yöntemlerde olduğu düşüncesi hâkim olmuştur (Farûkî, 2006, 51-52). Bu çerçevede modern bilimin sarf-i nazarında, deneysel ortamda geçmeyen, ya da deneyin konusu olmayan bütün bilgilerin şüpheli veya yanlış olduğuna ilişkin umumi anlamda artık bir kanaat getirilmiştir.
Modern bilim, Aydınlanma mitinden hareketle siyasal, toplumsal ve felsefi bütün veçheleriyle evrenin fethedilmesi, insanın tahakkümü altına alınmasını ve insanı da, Tanrı’yla olan irtibatını kesmeyi vazife bilmiştir (Özay, 2007, 94). Bu vazife doğrultusunda geleneksel ruhla bütün bağlarını koparan modern bilim, rasyonel esaslar bağlamından kilise kurumunun merkezi savlarını boşa çıkarma gayretine girişerek Batı uygarlığında dini pratiklerin erozyona uğratarak inanç kaybının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece Batılılarca dinden ayrık ve hasım olarak inşa edilen modern bilim, bilginin kapsam alanını daraltarak deneye dayalı ve analitik olarak incelenmesi ile bilgiye ilişkin teorik anlamalardan ziyade pratik kaygıların giderilmesine öncelik vermiştir.
Devamı gelecek hafta inşallah