Cennetten Aşağısı Kurtarmaz Bizi
NOT: Bu yazıyı üçü de zindandayken yakın zamanda anneleri Allahın rahmetine kavuşan Kadir, Cafer ve Tahir BARAN kardeşlere bir taziye niyetine takdim ediyorum.
Gönlü bir tarafa; estetikten, beğeniden zevkten yana, onlara hitap eden ne varsa alıp diğer tarafa koymuşlar, aralarına da demirden, taştan, betondan yana ne bulmuşlarsa koyup bu heyula yapıya zindan adını koymuşlar. Haliyle suyun dışına vuran balığın canhıraş çırpınışlarının yaşadığı yerdir gönül için zindan. Bunu saklayıp riyakarca büyük adam(!) ayaklarına yatmak küçüklüğün komedyasını yazmaktır aslında. Bunu derken yelkenler fora kendimizi koyuverelim mi diyorum, asla! Zira beri taraftan sabır vardır ki “destan” demişler bunun da adına. İnsan bu işte… Bazen çelikten bir kale, bazen de bir bebek gibi hassas, dokunmaya gelmiyor.
Gönlün bahsi geçen balık halini yaşadığı bir demde kendi kendime “Bugüne kadar hep başkasını muhatap alıp konuştun, sözüm ona vaaz verdin. Şimdi biraz da kendine vaaz vermenin zamanı gelmedi mi?” dedim. Bu böyledir, şu şöyledir diye yıllarca başkasına telkinde bulunduk, biraz da kendime telkinde bulunmak istedim anlayacağınız. Başladım iyilikten yana şeylerle sabırsızlık gösteren nefsimi ikna etmeye. Başkasına anlatıldığında o kadar tatlı, o kadar hoş olan iyilikler, vaazlar sıra kişinin kendisine gelince ne kadar da acı oluyorlarmış meğer. İşin burasında davete muhatap inatçıların itiraz mahiyetinde söyledikleri: “Vaaz ve iyiliklerini kendine anlat!” sözü aklıma geldi. Söz, eski bayağılığından çıkmış, daha derin, daha bilgece geldi bana. Bu açıdan bakıldığında kişinin söyledikleriyle imtihan olduğu yerdir zindan. Yine bu açıdan bakınca zindan için bir fırsat da denilebilir. Başkasına etmekten kendine zaman bulamadığı tebliği, kendine tebliğ etmenin acı fırsatı…
Evet, kendine telkin, kendini iknadan konuşuyorduk. Nefis zaaf gösteriyorsa ona bir şey söylemek lazım. İşte bu telkin-ikna çalışmasında ya da kendi kendimle yaptığım boğuşmanın neticesinde, Üstad Bediüzzaman’ın “Elmas Kılıç” diye tarif ettiği kılıçlardan birine denk geldiğimi düşünüyorum. Kılıcımız hem bir hakikat hem de lafız olarak gayet parlak. Çünkü hakikatin lafzı parlak olmazsa cazibesi az, duygulara hükümranlığı zayıf kalıyor. Görüyoruz işte nice nahak söz sırf parlak oldukları için on binleri galeyana getirebiliyor.
Şimdi ne zaman hayaller zindan duvarlarından atlayıp dünyaya gidip dayandığında ya da bazı arkadaş sohbetlerinde söz buraya vardığında ve dünya da civelek civelek yanaştığında hemen o kılıca davranıyorum. Nedir peki o kılıcımız? Buyurun: “Cennetten aşağısı kurtarmaz, kesmez bizi.” Kimileri bizdeki tabirle “Tilki yetişmediği üzüme ekşidir der” diye düşünse de tavsiye ediyorum. Kesinlikle ağrı kesici gibi pratik bir faydası vardır.
Sloganik olması itibariyle parlaktır. Bununla birlikte bir gerçeği de belki gerçeğin en hasını da dile getirdiği için parlak bir hakikattir.
Evet, aynı mekanı yani zindanı paylaşmamız hasebiyle dünya ile ilgili özlemlerimiz üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Mesela özgürlük deriz. Pırıl pırıl bir ilkbaharda kendimizi sevdiklerimizle kırda düşleriz. Göz alabildiğine yeşillik; engin, masmavi gökyüzü... Duvarlardan azade yürü yürüyebildiğince. Pastoral zevkleri olan kâh yürür, kâh koşar, kâh ata biner; dere tepe düz gider. Teknoloji tutkunları uçağa biner, gemiyle gider, bir lüks arabadan diğerine geçer. Bu şekilde dört bir yana dağıldıktan sonra yolumuz kabristanda buluşur yine. Onun için diyoruz ki “Arkadaş! Cennetten aşağısı bizi kurtarmaz.”
Ya haklarını ödemediğimiz ve ödeyemeyeceğimiz uhrevi sevgi melekleri anne ve babalarımız… En menfaatsiz, en hesapsız sevgiyi onlardan gördük. Şimdi varsayalım ki dışardayız ama o da ne! Ufaktan ufağa firak bulutları kümeleniyor üzerimize. Eli kulağında bir yolculuğun biletleri acep kimimize! Anne! Baba! Cennetten aşağısı yetmez bize. Sizin dualarınız makbuldür, bunun için dua edin bize ve kendinize.
Sonra eş ve çocuklarımız... Hani, Allah’ın açıkladığını gizleyecek değiliz. Onlara ülfiyet, ünsiyet, muhabbetle dağ gibi yükselen dalgalarla engin bir derya gönlümüz. Fakat, ama ve lakin bir şey var, bir şey... O da bilmiyorum acep ben mi önce toprağa vereceğim eşimi yoksa o mu hazırlayacak ılık cenaze suyumu. Kim bir diğerinin mezarına bir Fatiha için gidecek bükülmüş beli, elinde asasıyla? Çok mu acı konuştum. O zaman hadi buyurun yürek ferahlatan bal pazarına ya da Kevser suyuna. Arkadaş mümkünatı yok, cennetten aşağısı kurtarmaz bizi. Eşe olan muhabbet illa cennet dediği gibi, ebeveyne hürmet, evlatlara şefkat, kardeş ve dostlara ciddi samimiyetin figanıdır da bu istek. Anne, baba, çocuklar, karı-koca, kardeş, dost ve akraba birbirinin ellerinden sıkıca tutup hep birlikte cennete gitmeye çalışmak bu duyguların en olmazsa olmaz şartıdır. Aksi halde dünyadan yana ne verirsek verelim azdır anneye, babaya; zülümdür eşe, çocuğa; yetmez kardeşe, dosta diyor hürmet, muhabbet, şefkat ve samimiyet.
Hâsılı ey insanlık onuru olan elleri öpülesi anne-babalar, cennet-i suğra ailem, dayanaklarım kardeşlerim, dostlarım! Sizinle ilgili duygular, dünyanın küçük kavanozuna sığmıyor neylersiniz. Hepiniz biner dünyaya bedel, en güzelinden birer dünyasınız. Sizinle ilgili gönlün isteklerine dünyanın hudutları dar geldiğinde rotayı cennete kırıyoruz. Sakın, sakın kimse kimseyi kaybetmesin. Düşeni kaldıralım, geride kalanı çekelim. Varsa gerçekten bir sevgimiz, bir şefkatimiz diğerine karşı işte onlar diyor ki: CENNETTEN AŞAĞISI KURTARMAZ BİZİ.
Vesselam…
Sait Burak
1 Nolu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu
Kandıra / İzmit
Kandıra / İzmit