Doğruhaber – Mesut Tunce
Olaya konu olan bu Ayet-i Kerime, ne cihattan bahsediyor, (Cihattan bahsetmesinde herhangi bir sakınca yok tabi ki. Lakin malum laik çevrenin cihat ayetlerine karşı alerjisi olduğu bilinen bir gerçek) ne bir ideolojiyi eleştiriyor ne de siyasi bir mesaj içeriyordu. Tüm içerik, tertemiz bir inancın samimi bir ifadesinden ibaretti.

Bu da gösteriyor ki, kendilerini laik olarak tanımlayan bu gençlerin gösterdiği düşmanca tepki ayetin içeriğine değil, bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisineydi.

Peki, nasıl oluyor da Müslüman bir ülkenin eğitim sisteminden geçen gençler, kendi kutsal kitaplarına bu denli düşmanca bir tavır sergileyebiliyor?

Sorunun cevabı, gençlerde değil, onları yetiştiren sistemde yatıyor.

Sosyal medyada bu geçlere yönelik çok ağır eleştiriler yapıldığını görüyoruz. Biz buna karşıyız. Yani tepkimiz sivri sineğe değil bataklığa karşı olmalıdır. Bireyleri suçlamak yerine eğitim sistemimizin derin bir eleştirisine yönelmemiz gerekiyor.

Bir eğitim sistemi, dindar olsun ya da olmasın, aklı başında, olgun ve başkalarının inancına saygılı bireyler yetiştirmelidir. Ateist bir gencin bile farklı inançlara hoşgörüyle yaklaşmasını sağlayabilmelidir. Ancak bu olay, Türkiye’deki sistemin, bu temel erdemi bile öğretebilecek kapasitede olmadığını gözler önüne seriyor.

Soru şu: Eğitim sistemimiz nasıl bu kadar yozlaştı?

Bu sorunun cevabını bulabilmek için çok uzaklara gitmemiz gerekiyor.

Geçmişin İzleri: Bir Milletin Kültürel Kodlarının Silinmesi

Türkiye’nin eğitim sisteminin bugünkü hali, tesadüfen oluşmadı. Kökleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal yıllarına uzanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından, işgalci güçler, yerel elitler aracılığıyla, diğer tüm kurumlarda olduğu gibi eğitim sistemini de kendi kültürel ve siyasi ajandalarına göre şekillendirmeye başladı.

1920’lerde, yeni kurulan Cumhuriyet’in eğitim politikaları, Batı’nın seküler modellerini kopyalamaya odaklandı. Ancak bu modeller, Türkiye toplumunun tarihsel ve kültürel kodlarıyla uyumlu değildi

Örneğin, 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birleştirilirken, medreseler kapatıldı ve din eğitimi sistemin dışına itildi. Bu, eğitim sistemini Batılılaştırmanın ilk adımıydı. İkinci ve daha tehlikeli adım, 1928’de harf inkılabıyla atıldı. Bu, bir neslin kendi değerleriyle bağını tamamen koparan, Batılı yorumcuların bile hayret ve dehşetle izlediği bir adımdı.

Yani düşünsenize, bütün dünyada kendi isteğiyle harf inkılabı yapan sadece iki ülke var. Bunlardan biri Türkiye, diğeri ise israil. Ne var ki biz bin yıllık yazımızı, tüm birikimleriyle birlikte çöpe atarken, israil, ölmüş olan 3 bin yıllık yazısını tekrar diriltti.

Biz konumuzun ana çerçevesine geri dönelim:

Eğitimdeki dönüşüm süreci, paraya ve konfora düşkün bazı sözde “Cumhuriyet dönemi aydınlarının” yabancı güçlerin güdümünde hareket etmesiyle kolaylaştı.

İşgal edilmiş bir ülkede, dışarıdan dayatılan bir eğitim sistemi kurmak sanıldığı kadar zor değil: Kendi kültürünü hor gören, yabancı hayranı bir bürokrasi ihdas et, onlara Batı’nın kodlarını benimset, zamanla istediğin nesli elde et.

Bu, komplo teorisi değil; tarihsel bir gerçek.

1920’lerden 1950’lere kadar süren tek parti döneminde, eğitim sistemi, halkın inanç ve değerlerinden uzak bir sekülerlik anlayışıyla şekillendi. 1960’lar ve 70’lerdeki ideolojik çatışmalar, bu yabancılaşmayı daha da derinleştirdi.

Bugün, eğitim sistemimiz “laik bir gençlik” yetiştirdiğini iddia ediyor. Ancak durum bundan çok daha kötü: Başkalarını ötekileştiren, kendi zihniyetini dayatan, kırıcı ve tek tip bir nesil yetişiyor.

Geçmişle ilgili eleştirilerimizi yaptığımıza göre, biraz da günümüze değinelim isterseniz.

Günümüz: Laiklik mi, Dayatma mı?

Bu gençler, AK Parti’nin 2002’de iktidara geldiği dönemde henüz doğmuş ya da doğmamıştı bile. 25 yıllık bir iktidar, eğitim sisteminde neden köklü bir dönüşüm sağlayamadı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “dindar nesil” söylemi neden havada kaldı? Daha da önemlisi, dindar olmasa bile, saygılı ve ahlaklı bir nesil yetiştirme hedefi neden üniversitelerde karşılık bulmadı?

Üniversiteler, bir toplumun entelektüel ve ahlaki omurgasını şekillendiren kurumlardır. Ancak Türkiye’de, bu kurumlar dindar ya da en azından evrensel değerlere saygılı bireyler yetiştiremiyor.

Örneğin, 1980’lerdeki YÖK reformları, üniversiteleri merkezi bir kontrol altına alarak özgür düşünceyi kısıtladı.

2000’lerdeki kısmi özgürleşmeler ise, kültürel bir dönüşüm yaratacak derinlikten yoksundu.

Bugün, mezuniyet törenlerinde kendi kutsalına sırt çeviren gençler, bu sistemin eseridir.

İğneyi Kendimize Batıralım

Geçmiş hükümetler ve bürokrasi, bu yozlaşmada büyük rol oynadı. Ancak iğneyi günümüz Türkiye’sine batırmanın vakti geldi. 25 yıllık iktidar, eğitimde neden “yerli ve milli” bir model oluşturamadı? Neden hâlâ Batı’dan kopyalanmış, ruhsuz bir sistemle yolumuza devam ediyoruz?

Eğer hükümet, dindar, saygılı ve ahlaklı bir nesli üniversitelerde yetiştirmeyecekse, bunu nerede yapmayı planlıyor?

İmam hatiplerden ya da özel kurslardan mezun olanlar, eğitimlerine üniversitelerde devam etmeyecekler mi? Üniversiteleri dönüştürmeden bir toplumun tüm gençliğini dönüştürmemizin imkansız olduğunun farkına varmalıyız.

Eğitim, topyekûn bir seferberlik gerektirir.

Çözüm: Kendi Kodlarımızla Barışık Üniversiteler

Türkiye, kendi kültürel kodlarıyla barışmadan bu sorunu çözemez.

Türkiye’nin 1. Dünya savaşından sonra bozulan tüm kurumları gibi eğitim sistemi de aslına döndürülmelidir: Aslına döndürülmeli derken, geçmişe dönmekten bahsetmiyoruz. Asli değerlerine geri dönmekten söz ediyoruz.

Dış müdahalelerden müstağni, eğitmen ve rektörlerin kontrolünde, kültürel kodlarımıza göre sil baştan tekrar düzenlenmiş bir eğitim sistemi. Söylemesi bile ne kadar güzel değil mi?

İnanın günümüz şartlarında bunu başarmak hiç de zor değil. Hükümetin elinde bunu yapacak güç ve bunu yapmaya istekli kadrolar mevcut. Yeter ki, öncelikler arasına alınsın ve harekete geçme iradesi gösterilsin.

Kaynak: HABER MERKEZİ