Zulme karşı sessizliğimiz vehn`den olmasın mı?
Gün geçmiyor ki, Emperyalist Batı ve onların yerli uşakları eliyle İslam dünyasında ya birey ya toplum olarak insanlar zulüm görmesin, katledilmesin, zindana atılmasın, yurdundan olmasın.
Her gün, her ay, her yıl bir öncümüz, bir şehrimiz, bir ülkemiz uyduruk bahanelerle ve süslenmiş ‘demokrasi, hak, modernizm…` kelimeleriyle yok ediliyor.
Peki, biz ne yapıyoruz?
Gören gözlerle değil, fark eden bakışla değil, anlayan idrakle değil, yanan gönülle değil; sadece bakıp geçen, duyup hissetmeyen, okuyup dert etmeyen bir haldeyiz. Acaba, Peygamberimiz(s.a.v)`in hadisinde bahsi geçenler biz yani bugünün Müslümanları olmayalım mı?
Sevban(r.a)`dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
“Yakında milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.”
Birisi: “Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.
Rasulullah (a.s.m), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak sizin gönlünüze de vehn atacak” buyurdu.
Yine bir adam: Vehn nedir? Ya Rasulullah diye sorunca:
“Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir” buyurdu.
Dünyayı sevmediğimizi mi iddia ediyoruz?
Kâfirlerin bizden korkmadığını mı dillendiriyoruz?
Ölümü kötü görmediğimizi mi savunuyoruz?
O zaman başta nefsim, hodri meydan deyip şu satırlara cevap verelim:
Birinci Dünya savaşı ve sonrası adeta ümmet ve coğrafyası leş kargalarının üşüştüğü bir hal aldı ve beldeler bir pasta dilimi gibi paylaşıldı.
Direnen, kıyam eden, hakkı haykıran mücadele adamlarımızı kaçımız tanıdı, tanıyor, tanıtmak için uğraşıyor ve amalarla başlayan cümlelerle ötekileştirmiyor?
Ümmetin kalbine bir hançer gibi saplanan ve ümmet bedeninde bir kanser gibi yayıldıkça çürüten, çürüttükçe değerlerimizi ve bedenlerimizi çöpe atan israil`e hangimiz ulus yönümüzü, mezhep kabulümüzü, metodumuzu katmadan ‘Sen zalimsin, seni kovmak, Aksa`yı özgürleştirmek benim temel vazifemdir.` dedik?
Afganistan cephesi düştü.
Çeçen mücadelesi hainlere yem edildi.
Irak işgale uğradı, milyonlar katledildi.
Suriye bilumum vahşi devletlerin ve kukla örgütlerin laboratuvarına dönüştü.
Söyleyin; sıcak yatağımızdan, eşimizin kucağından, cebimizde dolaşan cimrilik akrebinden, makam ve maaşımızın kazandırdığı toplumsal konumumuzdan -birkaç gözyaşı, burkulan anlık bir yürek, havaya haykırılmış bir iki slogan dışında- uzaklaştık, elimizin tersiyle İslam`ın, ümmetin ve Müslümanlığımızın onuru adına vazgeçebildik mi?
Cevher Dudayev, Şamil Basayev, Abdullah Azam, Şêx Ahmet Yasin, Rêzan Hüseyin… Niceleri şehit oldu.
Hani misyonunu savunanlarımız, ‘Şehit, İslami hareketin motor gücüdür.` deyip harekete motor olmaya çalışanlarımız?
Ghulam Azam gitti. Abdulkadir Molla, Muhammed Kamaruzzaman, Ali Ahsan Mücahid gitti ve zulümle beslenen birçok hükümet gibi Bangladeş`te zalim Hasena hükümeti ve onların mahkemeleri şimdi de Mevlana Mutiur Rahman Nizami`yi şehit etti.
Bir insana, on insana, yüz insana, milyonlar insana sırf Müslüman`dır diye düzmece suçlar isnat edenlere, ardı arkası kesilmeyen solcu HDPKK saldırılarına, şehirleri çukurlara dönüştürenlere karşı hangi birimiz Allah Resul`ü gibi “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm.” Ya da son mazlum şehidimiz Mevlana Mutiur Rahman Nizami misali “Benim vücudumda bir damla kan bile kalsa ben o kanı Allah yolunda cihad için kullanacağım ve tüm dünya karşı gelse de ben bu yoldan ayrılmayacağım.” dedik, diyebildik ve diyeceğiz.