Biz bu ayrışma ve kutuplaşmada ne yapmalıyız?
Çağımız Müslümanları olarak belki de en acil ve pratik cevap/çözüm bulmamız gereken soru/n şudur:
Aile, arkadaş grupları, aşiret, bölge, mezhep, ümmet ile ilgili ayrışmalarda, kutuplaşmalarda ne yapmalıyız, nerede durmalıyız, kimin yanında yer almalıyız?
Kuşkusuz bu ayrışma ve zıtlaşmanın- ve de ötesinde koyun boğazlar gibi bir rahatlıkla birbirinin kanını döker duruma gelmenin ve malını ganimet sayan bir gönül rahatlığının- en açık örneği, son derece yakıcı ve hayati hale gelen Şii-Suni ve Kürt Meselesidir.
Ümmetin 1400 yıllık mücadelesinin semeresi olan İslam coğrafyasını ve yaşadığımız toprakları yaşanmaz hale getiren çatışma ve düşmanlığın ileri boyutlara varmasına neden olan bu iki konu bir türlü hak ettiği biçimiyle İslami kesimin gündemine girmiyor.
Oysa en kalabalık kitleye, sağlam kimliğe, yığınlarca tecrübeye, devasa teorik ve pratik birikime sahip olan kesim, biliyoruz ki İslam`ı referans alan kesimdir. Eğer İslami kesim bu tecrübe ve birikimleri sosyal alana ve çözümsel gerekliliklere aktarabilse hem toplumun hem de ümmetin temel sorunları kolayca çözülebilir.
Ancak hem bireysel hem toplumsal hayatı düzenlemek ve ümmet birlikteliğini korumak amacıyla önümüzde ve elimizde duran asıl kaynakların-Kur`an ve sünnetin- sayfalarını kendi grup, mezhep ya da ulus önceliğimizin duvarları arasında hapsetmiş, bekletiyoruz.
Aynı ayet ve hadisleri zıtlaşan açılardan görüyor, çatışan yorumlarla açıklıyoruz. Akla seza açıklamalarla günahımıza sevap, yanlışımıza doğru, zannımıza hüsn, zulmümüze adalet, zalimimize mazlum, mezhebimize dokunmazlık, ulusumuza üstünlük, devletimize kutsallık kılıfı örüyoruz ki güneş aydınlığında ve çuvala sığmayan mızrak netliğinde olan hakikati, doğruyu, hakkı göremiyoruz.
Kürt meselesinde ya tamamen mazlum ve mağdur ayağına yatarak İslami kimliğimize rağmen HDPKK gibi Marksist, İslam düşmanı örgüte sevdalanıyoruz ya da bu meş`um örgüte olan kin ve öfkemiz üzerinden ulusalcı ve devlet kutsal mantığına hala tutkal gibi yapışan sisteme siper oluyoruz.
Şii-Suni meselesinde de bu işin sadece rantını yiyen ve kendi Arap ya da Fars ulus refleksiyle menfaatini koruma/kollama dışında ümmet diye ciddi bir endişesi olmayan söylemler üzerinden babası gibi kendisi de zalimin ve işbirlikçilerinin üzerinden bilumum Şiileri tekfir edip yağlı kızağa çekiyor ve bir kaşık suda boğacak zevk havalarına giriyor ya da on yıllardır Amerika ve Batı`nın açık bir projesi olan Vahabiliğe ve tekfirci yapılara ev sahipliği yapan ve Ehl-i sünnet çizgisinden fersah fersah uzak olan kralcıklar(!) inadına Sünnileri dışlıyoruz.
Hal böyle olunca asıl ve şaşmaz referansımız olan Kur`an ve sünneti Allah`ın istediği ve Resulullah`ın gösterdiği şekliyle değil tarafımızın, safımızın, algıyı oluşturanın tercihine göre kabul ediyor ve uyguluyoruz. Bu da her taraftan üzerimize çullanan düşmanların tazyikleri karşısında nicel çokluğumuza rağmen nitel olarak etkisizliğimize, suyun üzerinde köpük gibi zayıflığımıza yol açıyor.
Tablo bize şunu gösteriyor; Müslümanlar, bu minval üzere Kur`an ve Sünneti uygulamaya yönelik ciddi bir gayretten oldukça uzaklar. Daha vahimi, içinde bulundukları sorumluluk ve vebalin farkında değiller ve duyarsız davranmaktan rahatsızlık duymuyorlar; çünkü şeytanın onları ‘İslamlarıyla(!)` aldattığının farkında olmayacak bir körlükte de kendini Kur`an ve sünnet ekseninde tanımlıyorlar.
Peki, bu işin doğrusu ne? Biz bu ayrışma ve kutuplaşmada ne yapmalıyız?
Doğru ve haklı tarafımız olmasa da yanlış ve haksız tarafımız olsa da bunu göreceğiz ve Allah için hakkı ve adaleti ayakta tutan şahitler olacağız.
Birilerinin keyfi gelsin, bizi eleştiri oklarıyla boğmasın diye tüm hatalarına rağmen hiçbir Müslümana küfür de etmeyeceğiz; onu İslam düşmanlarının insafsızlığına da teslim etmeyeceğiz; ama yanlışına da arka çıkma gibi bir cürme de ortak olmayacağız.