• DOLAR 34.578
  • EURO 36.397
  • ALTIN 2917.618
  • ...

6-7 Ekim olaylarının üzerinden altı yıl geçti. Olayların etkisi, yankısı, izleri ve vahşet yönü hala ilk günkü gibi tazeliğini koruyor. İçinde eski milletvekillerinin de bulunduğu birçok isim 10 gün önce bu gerekçeyle gözaltına alındı. HDP’li veya HDP iltisaklı bu isimlerin bir kısmı bu olaylarda dahli olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Bu tutuklamalar için bilinçli bir zamanla mı, politik bir manevra mı yoksa devam eden yargılamaların getirdiği bir gelişme mi demek lazım. Bu durum henüz net değildir.

6-7 Ekim vahşetinde doğrudan veya dolaylı dahli olan herkes adil bir şekilde kanun önünde hesap verebilmelidir. Sokaklara taşan vahşeti sadece HDP üzerine yıkmak ne kadar doğrudur? Kobani bahanesiyle şehirleri savaş alanına çevirenler ne kadar suçlu ise bu vahşete göz yuman, devlet/kolluk gücü olma sorumluluğunu yerine getirmeyen herkes suçludur.

Kemal Kılıçdaroğlu, Demirtaş’ın yargılamaları üzerinden güzellemeler(!) yapadursun,

dili, özü olamayanlar saldırıya maruz kalmışları da hedef gösteredursun, Demirtaş’ın saz arkadaşları onun karakterinden övünçle(!) dem vuradursun. Hakikat değişmeyecektir; çünkü 6-7 Ekim olayları, on yıllardır iki ateş arasında kalmış Müslüman Kürt ve Zaza halkları için çağdaş bir Uhdud katliamından öte bir şey değildir.

Filmi 6 yıl öncesine geri saralım: Otuz yıldan bu yana Marksist bir yapı bölgeyi iştahlı bir şekilde ateş topuna çevirmiş ve bunu herkes biliyor. Bu meşum yapı, yaptıklarını meşrulaştırmak için ‘Kürt, Kürdistan ve özgürleşme’ kılıfına sığındı. Attığı her adım halkın ‘din, namus, can, mal ve huzuruna’ bir zarar, yıkım olarak döndü. 6 yıl önce bu bileşenler, bir Kurban Bayramı öncesi bölgeyi ateş topuna çevireceği sinyallerini zaten vermişti.

Kobanî bahaneli eylemler tırmandırılmış ve serseriler it misali sokağa salınmıştı. Taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar darb-ı meseli Diyarbakır sokaklarında bir kez daha kendini göstermişti. Dindarlara ve dini kimlikli camia, cemaat ve STK’lara saldırma kutsal(!) bir vazife addedilmişti. Ağababalarıyla her haltı yiyen, eğlence yerlerinde sarhoşça eğlenenler ne hikmetse Müslümanların bayramını kutla(t)mamak için ‘Kürt halkı acılar içindeyken bayram yapılmaz, yası olanın bayramı nasıl olur?’ yüzsüzlüğünü bayraklaştırmışlardı.

Temkin ve tedbirle hareket eden Müslüman gençler, kurban eti dağıtırken yer yer sokak eşkıyalarına rast gelmişler, bir iki yerde merhamet ve ahlak yoksunlarının sözlü sataşmalarına maruz kalmışlar; ama onlara acıyarak ve onlar için hidayet dileyerek geçip geçmişlerdi. Bölge Müslümanları, devletin sessiz kalmak ve göz yummakla PKK’nin de hırs ve kinle tutuşturduğu ateşin, vahşetin ve zulmü arasında kalmıştı.

Ashabın medfun olduğu, küffarın işgal edemediği aziz şehir, kuduz sokak köpeklerine peşkeş çekilmişti. Mü’min canlar, kurtlar sofrasındaki kuzu misali hırpalanıyor, bıçaklanıyor, kurşun yağmuruna tutuluyordu. Kurban eti dağıtan gençler, Kerbela’daki Hz. Hüseyin gibi çaresizdi; ama iman yönüyle bu aziz insan gibi izzetliydiler. Bu masum ve mümin canlar Allah’a iman ettikleri, marksist ve dinsiz öğretilerine boyun eğmedikleri için eziyet görüyor, yok edilmek isteniyordu.

IŞİD, Rojava, Kobani, Serhıldan… işin bahanesi ve kılıfıydı. Azgın ve vahşi grup bıçak ve silahla vurdukları gençleri ‘Yakın, ezin, üzerlerinden arabayla geçin! Amed’i bu sofiklere mezar edin!’ zılgıtları eşliğinde ya balkondan aşağı atıyor ya da merdivenlerden sürükleye sürükleye götürüyorlardı. İnsanlıktan sıyrılmışların vahşeti; gençlerin feryad, tekbir ve tevekkülü karşısında aciz kalıyor. Bilal misali ‘Ehad’ duruşu, vandalları kudurtuyordu.

6-7 Ekim vahşetinde suçlu kim?

Kukla mı kuklacı mı?

Tetikçi mi, onu çektiren el mi?

Ya da göz yuman mı?