İNSANLAR NEYLE MUTLU OLUR
Türkiye’de her yıl illerin durumuna göre mutluluk ve mutsuzluk oranı araştırılır. Bunun tespiti için anket yapılır. 2019’un sonunda yapılan bir ankette ‘insanların kendini mutsuz hissetme’ üzerinden bir oranlamaya gitmiş. Sağlık, eğitim, ulaşım, adli hizmet, polis yaklaşımı ve belediye hizmetleri gibi soruların öne çıktığı bu ankette kendini en az mutsuz hisseden ilk beş şehir %5,55 ile %6,85 arasında Isparta, Bolu, Bilecik, Sinop ve Amasya’ymış. Kendini en çok mutsuz hisseden son beş şehir %18,34 ile %24,75 arasında Muş, Mardin, Şanlıurfa, Tunceli ve Diyarbakır’mış. Türkiye ortalaması açısından ilk şehir ile son şehir arasında %20’lik korkunç bir fark çok şeyi göz önüne sermiyor mu?
‘Ötekileştiren devletçi bakış, milliyetçi yaklaşım ve coğrafi çerçeve’ illerdeki kendini mutsuz hissetme oranlarında kendini alabildiğine hissettiriyor. Peki, insanlar ve toplumlar nasıl mutlu olur? İnsanlar ve toplumlar nasıl mutlu olur, sorusu doğru ve çözümleyici cevaplar almalıdır. Mutlu olmanın ilk ve en önemli koşulu ‘kendi olarak kabul görmedir.'
İnsanlar, kendilerini ve inançlarını rahat ifade edince mutlu olurlar.
İnsanlar, güvenlikçi değil güven veren yaklaşımı görünce mutlu olurlar.
İnsanlar, dil, ırk, cinsiyet, renk ve sınıf olarak kendileri olarak kabul edilip hiçbir şekilde dışlanmayınca mutlu olurlar.
İnsanlar, aile, arkadaş veya dostlarıyla geçirdikleri zaman oranında mutlu olurlar.
İnsanlar, ‘yetenek, kabiliyet, beceri, çaba ve bilgilerinden’ dolayı takdir edilince ve hak ettiklerine erişince mutlu olurlar.
İnsanlar, kendilerini, ailelerini ve yakın çevrelerini huzurlu gördükçe mutlu olurlar.
İnsanlar, ‘tartışarak, dövüşerek ve bir diğerini dışlayarak’ değil ‘konuşarak, danışarak ve her meşru farka rağmen kabul’ üzerinden anlaşınca mutlu olurlar.
İnsanlar, her türlü maddi ve manevi zorlukta, harici ve dâhili krizde olumlu ve netice veren çaba, yaklaşım ve pratiğe bağlı olarak mutlu olurlar.
…
Dersim’in Pülümür ilçesinde dağlık bir alanda yazılan darbe ürünü bir yazı Korona’dan daha beter bir salgını, virüsü yeniden gündeme taşıdı: Irkçılık…
Irkçılık, tarihin en kokuşmuş ideolojisidir. Bir fosseptik çukurundan farkı yoktur. Şeytan mirası ve Siyonist beslemenin Fransız İhtilali üzerinden diğer milletlerin sırtında oluşturduğu urlu bir kamburdur.
Irkçılık, Allah’ın renkler ve diller üzerinden insanları ‘sanatına hayranlık uyandırsın, insanlar farklarına rağmen birbiriyle tanışıp anlaşsınlar.’ diye yarattığı insanları ‘basit görmenin, küçük düşürmenin, yok saymanın ve asimile etmenin’ en aşağılık şeklidir.
Düne kadar dağlarına ırkçılık kokan yazı ve sembolleri iliştiren faşist ruhlular yeniden ulumaya başladılar. Bir Yahudi’nin Arap toprağına, bir Çinlinin Doğu Türkistan inancına, bir Türk’ün bir Kürd veya Zaza dil veya coğrafyasına ipotek koyma, kendi varlığını onun varlığından önde tutma veya onun varlığını kendi ulus putuna kurban etme hakkı yoktur.
“Ne mutlu Türk’üm/Arap’ım, bir Türk/Fars dünyaya bedeldir.” Dediğiniz zaman yarın başkaları da bu cehalet, ukalalık ve kibrinize karşı doğal olarak “Ne mutlu Zaza’yım, bir Kürt dünyaya bedeldir.” diyecektir. Gel de Tanzimat’tan bu yana ayıklayamadığımız pirincin taşını sil baştan ayıklamaya…
“Ne mutlu Türk’üm, ne mutlu Arap’ım veya ne mutlu şu ırktanım!” demekle mutlu olunmuyor. İnsan olabilen, gönülden inanan, adil olan ve amasız lakinsiz kardeşliği kuşanabilen mutlu oluyor. Yuh olsun, tüm faşist ve ırkçı kişi ve yapılara!