• DOLAR 34.597
  • EURO 36.574
  • ALTIN 2930.651
  • ...
SON DAKİKA

Bu hafta sonu, Diyarbakır`da sempozyum havasında güzel, verimli, gerekli bir buluşma gerçekleşti. Oturumların tümünü izleme ve dinleme fırsatı bulduğum bu buluşma, Kürtlerin daha yoğun yaşadığı dört coğrafyadan âlimlerin katılması hasebiyle tarihe bir not düşme adına önemliydi.

Din ve dilin, coğrafya ve etnisitenin, tarih ve kimliğin, inanç ve değerlerin insan için öneminin biraz daha güçlü hissedildiği bu buluşma, aynı zamanda birey ve halk adına doğru olanı da ortaya koymaktaydı.

Âlimler, İslam toplumları için başat misyonları üstlenir ve üstlenmelidir. Peygamberimiz aleyhisselam, âlimlerin bu misyonunu birçok hadiste zikretmiştir.

“Âlimin mürekkebinin, şehidin kanı ile tartılması”, “Âlimlerin peygamber vârisi olması”, “Âlimlerin [hak yolu gösteren] birer rehber, dünya ve ahiretin ışıkları olması” ve "Âlimlerin düzelmesi veya bozulmasıyla toplumun da düzeleceği veya bozulacağı iki zümreden biri olması” âlimin konumu ve misyonunu fazlasıyla ortaya koymaktadır.

Âlimler, toplum için kokuşmaması için eti korumakta kullanılan tuz misalidir. Tuz bozulduğu zaman onu hiçbir şey düzeltemez. Eğer âlimler, topluma örnekliği yitirir ve vahiyden koparsa toplumlar, bu bozulmuşluk ve ifsat durumuna çok rahat düşerler. Günümüz Müslüman toplumlarının her yönüyle perişanlık ve zillet hali için hangi birimiz âlimleri beri tutabilir. Bizden önceki ümmetler uyku gafletiyle uyurken uyanık olan âlimler onları uyudukları uykudan uyandırdı. Asrımızın insanları ve topluluğu ölü, âlimlerimiz ise uykudadır. Uykuda olan ölüyü hiçbir zaman uyaramaz. Birileri uyanık olmalı ki diğer uyuyanları uyandırabilsin.

Diyarbakır`da üçüncüsü gerçekleşen bu buluşma, kanaatimce ümmeti gafletten uyandırma adına bir endişe, bir adım ve bir işaret fişeğiydi. Dört oturum şeklinde gerçekleşen buluşmada birbirinden değerli on beş âlim ve on beş tebliğ vardı. Oturumlarla ilgili dileyen kişinin önceden belirtmek koşuluyla mülahazalar kısmında görüş bildirmesi, aynı zamanda buluşmanın istişare ayağı oldu.

Son iki asırdır, ümmetin içine düştüğü tuzaklardan biri de etnisite ve dil üzerinden kavgaya tutuşması, inkâr ve asimilasyon politikalarının icra edilmesiydi. Arapça, Türkçe, Kurmanci, Sorani ve Zazaca olmak üzere beş dil ve lehçede konuşmaların gerçekleştiği bu buluşma, sonuç bildirgesini de yedi dil ve lehçede yayımlamakla “Allah`ın ayetlerinden olan, anlaşma ve tanışma vesilesi olan” dile bakış ve yaklaşımıyla takdiri hak etti.

Bir iki televizyon, ajans ve gazete ilgisi dışında medya yönüyle pek ilgi görmeyen/ belki de gözden kaçırılmak istenen bu buluşma, gerek katılımcıları gerek bildirimler açısından önemli bir konunun masaya yatırılması ve cesurca tespit ve teklifleri yönüyle yakın zamanda benzeri çalışmalar için kanaatimizce kayda değer bir örneklik taşımaktaydı.

Tanzimat'la başlayan batılılaşma sevdasından(!) en büyük yarayı alan kurumlardan biri medreselerdir. Tanzimat zihniyeti, medrese ahlakından mektep ekolüne geçmenin kirli tutkusudur.

O günkü şartlarda imparatorluğun kıt imkânlarına rağmen kötü gidişata belki bir çözüm olur endişesiyle Fransa'da okumaya gönderilen kimi gençlerin Paris'in sanat, eğlence dünyasını roman, şiir, tiyatro üzerinden halka taşıması/aşılamaya çalışması medreselere vurulan ilk darbedir. Akabinde Rüştiye, İdadiye gibi okullarla pozitif eğitimi okul kanadına taşıyıp medreseleri sadece alet ilimleri olarak bilinen sarf/nahv ve İslami ilimlere hasretmeleri dünyadan soyutlanmış maarifin bir kanadının koparılması vurulmuş ikinci darbe oldu.

Cumhuriyetin ilanıyla zirveye oturan batılı yaşam arzusu ve modernleşme kompleksi medreselere art arda darbeler indirdi.

Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birleştirilen ve tek elde toplanan eğitim, aslında modern, pozitif bilgilenmeyi amaçlıyordu; yoksa medreselerle özdeşleşen İslami ilimlerin tasasını taşıyan yoktu. Ki asıl amaç da iyice yalnızlaşan, köşeye sıkıştırılan, imkânlarının elden alınmasıyla klasik bir çizgiye çekilen medreseleri kapatmaktı. Zaten laik elitistlerin kalplerdeki asıl niyeti "Tekke/zaviye ve medreselerin kapatılması, Harf değişikliği, Medeni kanun, Şapka kanunu..." gibi değişiklerle pratiğe yansıdı.

Üst üste aldığı darbelerle medreselerin egale edilmesi amaçlandı. Ezanın Türkçeleştirilmesi, camilerin ahırlara çevrilmesi, "Allah!" diyenlerin takibe uğraması, mücadeleci önderler ve dindar insanlar için darağaçlarının sıradanlaşması, Kur'an dersi verme ve almanın neredeyse canı pahasına bir vaziyet alması Suffe ashabıyla başlayan, Nizamiye medreseleriyle olgunlaşan, Endülüs'te Batıya bir ışık/medeniyet taşıyan, Ezherle taçlanan, Medreset'üz Zehra projesiyle "medrese-mektep-tekke" üçlemesini tasarlayan bir sürece kusulan öfkeydi.

Dini tamamıyla yok etmeyi, hayat sahnesinden dindarlığa ait en küçük bir kırıntıyı bile temizlemeyi amaçlayan bir hileli zihniyet gel gör ki Allah'ın hesabını göz ardı ediyordu.

Bir düşünceye kanunlarla engel olunabilir, o zulümlerle pasifize edilebilir, korkuyla sindirilebilir; ama onu yerleştiği gönül ve akıllardan silip almak mümkün değildir. Eğer o düşünce sırtını Hakka dayamış ve gücünü iman hakikatlerinden almış İslam düşüncesiyse o, muhakkak neşvu nema bulur.

İşte dünden bu güne portresini çizmeye çalıştığımız bir süreçten geçen Medreseler ve bu medreselerin icracı konumunda olan âlimler, adına bu buluşma ve bundan sonraki buluşmalar önemsenmelidir. Âlimler buluşmasında vahdet, bütünlük, ıslah, ihya ve davet adına ortaya konulan projeler somutlaştırılmalı; gücü ve imkânı olan Müslüman camia ve yapılar bu projeleri uygulamak için gayret sarf etmelidirler.