Vahye duyulan ihtiyaç ve akıl
İnsanın varlığı şüphe götürmez bir hakikattir. Vahiy de, bu varlığın bir kimliğe kavuşturulmasıdır. İnsan yeryüzüne gönderildikten sonra kendi kaderine terk edilmemiştir. Yaşamını sürdürmesi için gerekli bütün ihtiyaçları yerli yerinde ve eksiksiz olarak ona sunulmuş, rahatı için her şey en mükemmel şekilde hazırlanmıştır. İçinde hayatın var olup devam ettiği bu âlem, akılları hayrette bırakacak kadar muhteşem, gönülleri mest edecek kadar zarif ve estetiktir. Dikkatle bakılınca bütün teferruatıyla ‘âlem`in ‘adem` için yaratıldığı hakikati müşahede edilecektir.
Peki bütün bunlar niçin… Ademoğlu neden bu kadar kıymetli tutulmuştur ? Kendisi için yapılan bunca teşrifatın bir sebebi yok denilebilir mi? Denilirse bütün her şey koyu bir karanlığa bürünmez mi? Her şey bilinmez bir bulmaca mıdır acaba? İşte bu kaçınılmaz soruların cevabı bizi ilâhî vahyin gerçeğine ulaştırır. İnsanın yaşamı için bunca hazırlık yapıldıktan sonra, bu hazırlıkların niçin yapıldığını, sonucun nereye varacağını bildiren bir mesajın verilmemiş olması düşünülebilir mi? Akl-ı selim böyle bir ihtimali muhal görür. Yüce Allah hayat bahşettiği insana, bu hayatın amacı ve sonucu konusunda anlaşılabilir bir izah yapmayı neden istemesin; böyle zaruri bir izahı niçin ondan esirgemiş olsun? Ona, ‘haydi git ne halin varsa gör` demiş olması akla, vicdana sığar mı?
Hayatın devamı için kurulan bu mükemmel sistemin amacı ve ondan yararlanacak olan insanın bu sistemle ne şekil bir ilişki kuracağı açıklanmasaydı, her şey anlamını kaybetmiş olurdu. Çok değerli ve zaruri, son derece hayati bir ürünü piyasaya meccanen sunan sevgi dolu cömert bir zatın, bu üründen ne maksat güttüğü, tüketicilerin bunu nasıl kullanması gerektiği ve sonucun ne getireceği gibi önemli noktaları göz ardı etmesi, bir açıklama yapmaması, bu konular beni ilgilendirmez demesinin anlaşılır bir izahı olabilir mi?
Peki yaratılışın niçin ve nedenini, yaratıcının yaratmaktan maksadının ne olduğu, bizden neler istediği gibi konuları aklımızla bilip çıkaramaz mıyız? Yani salt akıl yolu ile hakikate ulaşamaz mıyız? ‘Allah bana akıl vermiş, başka kılavuzlara ihtiyacım yok` diyebilir miyiz? İnsanoğlu tarih boyunca bu ve benzer sorular üzerinde kafa yormuş ve bunlara verilmiş cevaplar değişik düşünce ekollerini ortaya çıkarmıştır.
Akıl, insana verilmiş en yüce duyu ve yetenektir. İnsanı farklı kılan yegane özelliktir. Eski düşünürler bu özelliğe ‘İnsan düşünen canlıdır` diyerek vurgu yapmış ve insan ile diğer canlılar arasındaki farkın ‘akıl` olduğunu belirtmişlerdir. İslam akla büyük bir önem atfetmiş bu duyusunu kaybeden kişiyi mükellef saymamıştır. Kur`an ayetleri, akla ve onun işlevine çok sık vurgu yapar. İman konusunda aklı çalıştırmanın önemine işaret eden bir çok ayet vardır. Kur`an, evren ve içindekilerin birer ‘ayet` (mesaj)olduğunu ve varlığın bu ayetlerini okumak için akletmek gerektiğini ifade eder. Yazılı bir metni okumak ve anlamak için o metnin alfabesini ve dilini bilmek ne ise, kainatın Allah`tan insana bir mesaj olduğunu kavrayabilmek için de aklı çalıştırmak odur sanki.
Sorun aklın önemli olup olmadığı değil, asıl sorun, aklın tek başına hakikati bulabilme gücüne sahip olup olmadığıdır. İslam, tabiatıyla aklın tek başına hakikatin bütün taraflarını anlayabilecek güçte olmadığını söyler. Şayet akıl böyle bir güce sahip olsaydı vahyin ve peygamberlerin gönderilmesine ne gerek vardı? Peygamberler vahiy ile gönderildi iseler, demek ki ortada aklın sınırlarını aşan bir durum vardır. Akıl, müşahede edilen maddi alemin dış yüzünü çözmede, maddenin birbiriyle olan ilişkisini bulup ortaya çıkarmada etkindir. Buna kimsenin bir itirazı olamaz. Ancak bu maddi alemin ve yaratıcısının maksadını, meramını anlamada akıl tek başına yetkili ve yeterli olamaz.
Şunu belirtelim ki insanoğlunun kendi öz çabasıyla oluşturduğu bilgiler hakikatin hepsini kavramaktan acizdir. Maddi alemi anlamada kullanılan deney ve tecrübe yöntemi bilimsel bir metottur. Bilimsel araştırmaların sonuçları, aksi ispat edilmediği takdirde doğru kabul edilirler. Ancak deney ve tecrübenin geçerli olmadığı bir alanda, söylenecek şeylerin doğruya da yanlışa da ihtimali vardır. Nitekim akıl ve düşünmenin sonucunda oluşan felsefi sistemlerin doğruları da yanlışları da hep olmuştur.
Felsefe tarihine baktığımızda birbirinden farklı, biri diğerine ters yüzlerce düşünce ekolleri görürüz. Bu ekollerin her biri hakikatin bir parçasını alıp onu mutlaklaştırmış ve hakikat sadece bundan ibarettir deme yanılgısına düşmüşlerdir. Felsefedeki bu farklı düşünceler sanki körlerin fili tarifi gibidir. Doğru, insanoğlu akıl ile sınırlı bir bilgiye ulaşabilir; ama eşyanın hakikati bilgisi aklın ve bilimin sınırlarını aşar. Bir okyanusu bir bardağa sığdırmak imkanı var mıdır? Mevlana`nın da yerinde benzetmesiyle akıl ile hakikat yolunda yürüyen asaya dayanarak yol alan kör gibidir. İşte aklın o körlüğünü giderecek olan vahyin nurudur.
Aklın tek başına hakikati kuşatamayacağını ünlü şair Fuzuli`nin o meşhur beyti ile bitirelim:
Ben akıldan isterim delâlet
Akıl bana gösterir dalâlet
(Delalet= rehberlik. Dalalet= yanlış yol)