Camilerimiz ve biz (2)
Cami`nin tarihî evrim sürecine dikkatlice bakmak gerekir. İslam`ın ilk seçkin nesli sahabi ve tabiin, cami muhitinde yetiştiler. O dönemde cami, eğitim başta olmak kaydıyla hemen hemen toplumun tüm ihtiyaçlarının karşılandığı bir merkez durumundaydı. Cami`nin sosyal hayatın kaynağı ve merkezi olması ile daha sonra bu hayatî misyonunu yitirmesi, aslında İslam ümmetinin çıkış ve inişinin de tarihidir.
İlk asırlardaki büyük müçtehitlerin çoğu cami`de eğitim almış, orada yetişmiş ve oradan ilmini yaymıştır. Cami`nin ilim merkezi olduğu bu ilk dönem ne yazık ki kısa sürmüştür. Çok bereketli geçen bu dönemin ardından camiyi hayatın dışına iten, onu sadece dua ve ibadet mekanı olarak gören bir anlayış camilerde hükmünü icra etmeye başlamıştır.
Cami`yi aslî misyonundan koparan tarihi diğer önemli bir olay ise siyasi otoritelerin camiler üzerinde hükümranlık kurmalarıdır. İlk dönemlerde bağımsız bir hüviyete sahip olan cami, çok geçmeden hakim siyasi otoritenin denetimi ve kontrolü altına girmiş ve bu durum cami`nin asli ödevini ifa etmesine engel teşkil eden önemli bir neden olmuştur.
Bir eğitim kurumu olan cami ile pozitif ilimlerin birbirlerinden ayrılması da caminin etki sahasını kısıtlayan önemli olaylardan biri olmuştur. Bilginin, dinî ve dinî olmayan diye ayrılması insan zihni üzerinde olduğu gibi hayat alanlarının her noktasında da olumsuz etkiler bırakmıştır. Bunun bir uzantısı olarak ilim ile din, akıl ile vahiy uyuşmazlığı iddiasının bir inanç halini alması daha büyük olumsuzlukların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Varlığı, hayatı ve olayları ‘tevhit` ile açıklayan bir inanca sahip olan Müslümanlar, pratik yaşantılarında bunu koruyamadılar. Batı`dan gelen ve her biri Kur`an`ın ‘şirk` diye nitelendirdiği düşünce ve uygulamalar hayata hakim olunca olanlar oldu. Ümmet her alanda gerilemeye ve kimliğinden uzaklaşmaya başladı.
İslam dünyasında pozitif ve akli ilimler ile dini ilimler arasındaki ayrışmanın ne zaman ve hangi dönemde oluştuğunu net çizgilerle belirtmek mümkün olmasa da, genel anlamda Abbasiler döneminde başlayan ilmî ve felsefî çalışmalar kendilerine cami dışında mekanlar bulmaya başlamışlardır. Bunun tek istisnasının Endülüs Camileri olduğunu söyleyebiliriz. Endülüs`te caminin bütün ilmi çalışmaların merkezi olma hüviyetini koruması anılmaya değer önemli bir noktadır.
Nizamiye medreselerinin kurulmasıyla eğitim ve ilmî faaliyetlerin resmen cami dışına taşınması, camiyi saf dışı bıraktığı gibi bilginin dinî ve dinî olmayan bir ayrıma tabi tutulması yanlışını da güçlendirmiştir. Cami`nin ilmî faaliyetlerin merkezi olmaktan çıkarılması, peşinden din`in de hayatın önemli alanlarından soyutlanması gibi tehlikeli sonuçlar da doğurmuştur. Daha açık bir ifade ile bu süreçte adı konmamış gizli bir laiklik uygulaması ortaya çıkmıştır.
Cami ile okulun, dini bilgiler ile pozitif bilgilerin birbirinden farklı ve ayrı görülmeleri etkisi hâlâ süren derin yaraların açılmasına sebep olmuştur. Sadece dini eğitim görenlerde taassup ve donukluk, pozitif bilgilerin hayatı ve olayları anlamlandırmak için tek yol olduğuna inananlarda ise dinî inanca karşı umursamazlık ve inkar oluşmuştur. Bunun doğurduğu en son netice ise batılı anlamıyla ‘sekülerizm`in hayatın her alanında hükümran hale gelmiş olmasıdır.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde hükümdarlar kendi adlarıyla anılan camiler inşa etmişler ve bazen bu faaliyetler üzerinden otoritelerini sağlama bağlamanın yolunu aramışlardır. Daha kötü olanı ise, dinî ilimleri öğreten bilginler de genel olarak resmi otoritenin emrinden dışarı çıkmamayı maslahat adıyla gelenekselleştirmişlerdir. Özgür düşüncenin yerini alan mezhep tassupçuluğu ve kör taklit, Müslümanlar arasındaki vahdet ve kardeşliğe zarar veren en büyük etken olmuştur.
Bir sonraki yazımızda Türkiye`deki diyanet kurumu ve camilere değinmek umuduyla Allah`a emanet olun.