Sıkıntı, Ezan Gibidir İnsanı Allah'a Davet Eder
İnsan yaşadığı ortam ve şartlardan etkilenen bir yapıya sahiptir. İçinde hayat sürdüğümüz çevreden ve toplumdan etkilenme beşeri bir özelliğimizdir. Bu durum aynı zamanda yapımızdaki bir zaaf ve noksanlığın da göstergesidir. İnsandaki bu zaaf anlaşılmadığı ve bu zaafın varlık sebebi bilinmediğinde değişik türden daha büyük sorunlarla karşılaşmak kaçınılmaz olur.
İnsanın kendi fıtratındaki yapısını tanımaması kadar tehlikeli bir şey olamaz. Allah’ın yaratıp dizayn ettiği bu yapının anlaşılması, şoförün kullandığı arabasının özelliklerini bilmesi gibi hayati ve önemlidir. Kullandığı aracı tanımayan sürücü ya kaza yapar ya da arabayı bozar. Bu örnek üzerinden şunu da söyleyelim ki, arabanın sahip olduğu her bir donanımın bir görevinin olduğunu bilmek de son derece önem arz eder. İnsanoğluna verilmiş eşsiz donanımın her biri paha biçilmez değerdedir, ama ne yazık ki insan ancak bunlardan mahrum kalınca bu hakikati idrak edebiliyor.
İnsan hem madden hem de manen nakıs, zayıf olması hasebiyle etkilenmelere maruz kalır. Hastalanır, acı çeker, endişelenir, öfkelenir, korku duyar. Yapımızda mevcut olan bu duygulardan birini yok edemediğimiz gibi, onlara bir eklemede de bulunamayız. Eğitim sadece mevcut yapıyı geliştirebilir, ona bir eklemede bulunamaz.
İnsan doğal yapısı gereği bir mahrumiyet veya sıkıntı durumuyla karşılaştığında ondan kurtuluşun yollarını arar. Bünyesini rahatsız eden bir şeyden kurtulma isteği duymak, bunun için çaba göstermek önemlidir. Diğer bütün canlılara da hayatını koruma güdüsü verilmiştir. Ne var ki insanın düştüğü en feci hatalar bu noktadan başlar. Yoldaki işaretler hükmünde olan ilâhi vahyin sesini duymayan insan, heva ve hevesinin istediği istikamette yollar edinir, planlar yapar. Başka bir deyişle kendi putunu kendi yapar ve sonra dönüp o putuna tapar. Hayatın acı ve zor sınavlarından kaçayım, kurtulayım derken daha beteriyle karşılaşır. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olur.
Şunu ifade edelim ki, Allah Teala’nın hiç kimseyle, hiçbir şeyle bir derdi, sorunu yoktur, olamaz. O’nun insanlara acılar çekmesine verdiği onay, bir hesap kitaptan çok, rahmet ve merhamet ifadesidir. Bu yüzdendir ki Allah’a en yakın sayılan peygamber ve veli kullar hayatın en zor olanını yaşamışlardır. İlâhi irade kulun kendine yönelmesi, kendisini arayıp bulması için böyle bir yol çizmiştir. Hayat, karşımıza çıkan çetin imtihanlarla mücadele ederek anlam ve değer kazanır. Allame Muhammed İkbal sıkıntılı ve acılı bir hayatın değerini şöyle ifade eder: “Hayat bir şaraptır ki, en acısı en iyisidir”.
Acı ve sıkıntıların neden ve hikmetlerini bilmeyenler hayatın gerçek lezzetini de kaçırırlar. Bunlar Allah’ı da kendileri gibi bir insan yapısında düşünerek yanlışlara düşenlerdir. “Rahmet sahibi bir yaratıcı varsa acının, kederin, hastalık ve her tür dert ve hastalığın olmaması gerekir” diye düşünürler. Kendilerini ateist diye tanıtanların neden bu noktaya savrulduklarını kurcaladığımızda işin içinde yanlış bir yaratıcı tasavvurunun olduğunu görürüz. Ve aslında ateistin inkar ettiği şey zihnindeki o yanlış yaratıcı tasavvurudur.
Oysa kaçtığımız, anlam veremediğimiz her acı bir ders ve adrestir. Hani beslenme ihtiyacımızı gidermek için acıkma duyusuna sahip olmamız gerekir. Şayet acıkmasaydık gıda almayacaktık ve bize verilen bedeni ihmal ederek hayatımızın ölümle sonuçlanmasına sebep olacaktık. Her musibet çok değerli bir dersin anahtarıdır. Ve eğer bir musibet uzun sürdü veya ikinci defa karşımıza çıktıysa, demek alınması gereken ders henüz tamamlanmamıştır.
Yüce Mevla bizi hayatın zorluklarıyla karşılaştırarak kendisine dönmemizi amaçlıyor. Öyle ise hastalık ve musibetlerden şikayet etmek yerine, bilakis şükretmek ve o musibet son bulana kadar sabır talebinde bulunmak gerekir.
Evet, yazımızın başlığı olarak da seçtiğimiz Celaleddin-i Rumi’nin o veciz ifadesi dünya hayatında çekilen sıkıntının hakikatini özetliyor:
“Sıkıntı, ezan gibidir. İnsanı Allah'a davet eder”