Şehvet ateşinden korunmanın yolu
Şehvet veya arzu, her şeyden önce insanın muhtaç bir varlık olduğunun göstergesidir. Başka şeylere muhtaç olma, onları şiddetle arzulama ve onlarla tatmin olma duygusu beşeriyetin, hiçbir şeye ihtiyaç duymamak ise uluhiyetin vasfıdır. Yüce Allah insana arzu ve şehveti hayatını korumak ve uhrevi tedarikini yapmak için vermiştir. Bütün canlılarda şu veya bu şekilde, değişen oranlarda arzu ve şehvet duygusu vardır. Gök yüzü sakinleri diyebileceğimiz meleklerin şehveti yoktur. Onların bizimkisi türünden yeme, içme, cinsel arzu duyma gibi ihtiyaçları olmaz. Melekler kötülüğün ne olduğunu da bilmezler. Bu nedenle ‘melek’ ismi masumiyetin unvanı olmuştur.
Yeryüzünün sakinleri canlılar ise şehvet sahibidirler. Hayvanlar sadece şehvetleriyle, insanlar ise hem akılları hem de şehvetleriyle hareket ederler. Yani insana hem arzu hem de akıl verilmiştir. Başka bir ifade ile insanın bir hayvani, bir de ruhani, manevi tarafı vardır. Hayvani tarafı, bedene ait maddi ihtiyaç ve isteklerdir. Akıl egemen olunca ruhani, manevi yön, şehvet aklı bastırdığında ise hayvani yön galip olur. Akıl ile şehvet arasında dengeyi korumak, şehvetin azgınlıklarına ‘dur’ demek insanın en büyük sınavıdır.
Bizden istenen şey, şehveti öldürüp yok etmek değildir ve zaten bu mümkün de olmaz. Çünkü bedenin hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarını karşılamak bir zorunluluktur. Dolayısıyla bedene işkence etmek, uzun süren riyazetlerle bedeni zayıflatmak ve helal dairesindeki zevklerden onu mahrum edip rahibane bir hayat yaşamak İslam’ın tavsiye ettiği bir tarz değildir.
Doğrusu insan bedeninin az bir şeye ihtiyacı olsa da, şehvetin galip gelmesiyle beraber insan her konuda daha çok fazlasını arayıp durur. Evet, insan çok şey ister; ama pek azına ihtiyacı vardır. Yeme, içme vb maddi ihtiyaçların fazlasını Kur’an ‘israf’ olarak tanımlamış ve bunu haram saymıştır. İnsan çoğu defa bedenin maddi ihtiyaçlarının peşinden hırsla koşarken dengeyi kaybeder. Yaşamak için yemeğe bedel, yemek için yaşamak yanlışına düşer. Ve hatta işi daha da ileri götürerek arzu ve isteklerini ve bunların tatminini hayatının merkezine alır, arzularının esiri olur. Arzularına engel olan her şeyi kötü, onlara ulaşmak için her yol ve yöntemi de meşru görmeye başlar. Nihayette Kur’an’ın ifade ettiği gibi o arzularını kutsamaya ve onlara tapınmaya başlar. Kur’an şu ayet ile bu tehlikeli noktaya dikkat çeker: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü?”(Furkan,43)
İnsanoğlunun düştüğü en yaygın ve tehlikeli hataların başında arzularını tatmin ederek güven ve mutluluğa ulaşacağına inanması gelir. Oysa insanlık tarihinin en kanlı ve karanlık sayfalarını ortaya çıkaran ana sebep, sınır tanımayan bu arzu ve istekler olmuştur. Hırsla arzularının peşinde koşan insan bu uğurda çok değerli şeylerini kaybettiğini de çoğunlukla fark etmez. Kısacası arzuların peşinde koşmak insanı kirletir. Bunun hayata yansıyan yüzü, hastalıklar, savaşlar ve düşmanlıklardır. İyi düşündüğümüzde anlarız ki, gizli arzularımızın bir çoğu, başkasının zararına işler ve başkalarının zararından beslenirler. İnsan, arzularını tatmin yolunda başkalarının hukukuna girer ve onlara zulmeder.
İslam madde ile mana, dünya ile ahiret, beden ile ruh arasındaki hassas dengeyi bulmanın en doğru ölçüsünü veren ilâhi dinin adıdır. Diğer beşeri ideolojilerin hemen hepsi insanı bir bütün olarak anlama konusunda feci yanlışlara düşmüşlerdir. Bugün insanın mutluluğunu onun maddi isteklerin karşılanmasında gören materyalist anlayışın insanı ne kadar perişan ettiğine şahit oluyoruz. Sınır tanımayan şehvetlerin peşinde koşan insan yeryüzünün en tehlikeli varlığı haline gelmiştir.
Şehvetin karanlık kuyusundan kurtulmanın yegane çaresi insanın sadece maddi ihtiyaçları olan bir yapıya sahip olmadığını bilmekten geçer. İslam irfan ve tasavvuf kültürü arzuların terbiyesini ve kontrolünü ilk hedef olarak belirlemiştir. Aklın sesini duymayan azgın şehvetleri dizginlemenin yegane yolu gerçek bir iman ve kulluktan geçer.
Şehvet ateş gibidir. Kontrol altına alınamadığında büyük felaketlere yol açar. Bu ateşin şerrinden nasıl korunulacağı ve kontrolünün hangi yol ile sağlanacağı konusunda Hz. Pîr’in söyledikleriyle yazımızı noktalayalım.
“Şehvet ateşinin çaresi nedir? Din nurudur. Nasıl ki cehennem mümine: Ey mümin, çabuk geç, senin nurun benim ateşimi söndürüyor! diyecektir.
Bu ateşi ne söndürür? Allah’ın nuru. Nemrud’un ateşini söndüren Hz. İbrahim’in nurunu kendine üstad edin de, Nemrud’a benzeyen nefsinin ateşinden, şu öd ağacı gibi olan bedenin kurtulsun.
Şehvet ateşi eksilip bitmez, ona dilediğini vermemekle eksilir. Bir ateşe odun attıkça, o ateş hiç söner mi? Hiç odunu yakmaz olur mu? Fakat odun atmazsan, ateş söner. Allâh’tan korkmak, çekinmek şehvet ateşine su serper.
Şehvete kul-köle olan kimse, Allâh’ın indinde kölelerden, alınıp satılan esirlerden daha değersizdir.
Nefsin ateşi söndükten sonra, gönül bahçesine ne ekersen biter. Laleler, ak güller, güzel kokulu marsimalar yetişir.”
(Mevlânâ, Mesnevî, c. I, 49-50.)