• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Sağlıklı, genç, karınca gibi canlı, koşuşturan bir dostumun, meslektaşımın on beş gün içinde birden yoğun bakıma düşmesi, sonra da vefat edip gitmesi beni tekrar ölüm hakikatini düşünmeye, tefekkür etmeye itti.

Bir insan düşünün, sizin gibi bir insan, sizin her gün gezdiğiniz, tozduğunuz sokaklarda, caddelerde o da gezip tozuyor. Sürekli çarşıda, pazarda karşılaşıyorsunuz. O da sizin gibi yiyor, içiyor, yatıyor, gülüyor, ağlıyor, seviniyor, öfkeleniyor, mutlu oluyor… Sevinçleri, kederleri, acıları, arzuları, hevesleri, hayalleri, umutları, projeleri, idealleri var… Sonra birden her şey bitiyor. Daha düne kadar konuşup sohbet ettiğiniz bu insan taştan, tahtadan farksız bir varlığa dönüşüyor ve gidip onu toprağa gömüyorsunuz. Bir çukur kazıyorsunuz ve onu o karanlık çukura koyup geri dönüyorsunuz.

Her gün, her Allah’ın günü dolaştığınız sokak ve caddelerde, oturduğunuz şehirde, kasabada, köyde, mahallede böyle onlarca insan; erkek, kadın, genç, yaşlı, çocuk, her yaştan ve her meslekten insan, zengin, fakir ayırımı olmadan aynı kadere uğruyor. Birden dünyayla, hayatla ilişiği kesiliyor ve sanki hiç yaşamamış gibi oluyor.

Ve hepimiz görüyoruz bu acı gerçeği; ben görüyorum, sen görüyorsun, o görüyor ama hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Bir gün sıranın bize geleceğini bildiğimiz halde vurdumduymaz, ilgisiz bir ruh hali içinde er geç bizi tutup fırlatacak, kendisinden uzaklaştıracak dünyaya, dünya hayatına sonsuzmuşçasına dört elle sarılıyoruz. Tüm arzularımızı, hayallerimizi, emellerimizi bu hayata göre programlıyoruz.

Her gün bizi bırakıp giden sevdiklerimizin, dostlarımızın, akrabalarımızın, yakınlarımızın nereye gittiklerini, ölümden sonraki hayatı, ölümden sonra başımıza nelerin geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı hiç düşünmüyor, merak etmiyoruz. Tenha bir sokaktan, evde yalnız kalmaktan, karanlıktan, bir köpek havlamasından korkan, küçük bir sinek ısırığından ürken, bir iğnenin verdiği acıya tahammül edemeyen bizler önümüzdeki korkunç belirsizliğe aldırmıyoruz, nelerle karşılaşacağımızı umursamıyoruz.

Kimim ben? Gerçekten ben kimim diye düşünmüyoruz. Nerden geldim, nasıl geldim, niçin geldim, kim beni gönderdi? Nereye gideceğim, nelerle karşılaşacağız? Ben kimim? Tesadüfün eseri miyim? Tesadüfen mi var oldum ve ölünce yok olup gidecek miyim?

Tesadüfün eseri değilsem, küçük bir kâinat hükmünde olan ben, her şeyiyle bir mucize olan bedenim ve varlığım bir sahibin, bir sanatkârın eseriyse, yaratıldıysam, beni yaratan niçin gönderdi beni bu dünyaya? Bu kadar mükemmel, mucizevi bir yaratılış altmış yetmiş yıl için mi?

Kimim ben? Beni yaratan ne için gönderdi beni? Benden ne istiyor? Ne yapmam gerekiyor? Nereye gideceğim? Nerden geldim ve nereye gideceğim? Beni ne bekliyor?

Ah! Her gün onlarca insan hiç olmamışlar, yaşamamışlar gibi toprağa karışırken, ölüm bir avcı gibi birer birer sevdiklerimizi, dostlarımızı alıp götürürken ve her an sıranın bize gelmesi mümkünken hiçbir şey yokmuş gibi yaşamak ne acı! Yaratılışımız, yaratılış gayemiz, ölüm sonrası hayatımız üzerinde düşünmemek, kafa yormamak, endişelenmemek ne büyük bir gaflet? Ne büyük bir cehalet?