Bize Bir Selahaddin Lazım!
Birinci dünya savaşını bizzat yaşamış, Osmanlının yıkılışına bizzat şahit olmuş, İslam Ümmetinin paramparça olup vahşi, barbar batı dünyasına av haline gelmesinin kahredici acısını yüreğinin derinliklerinde hissetmiş Üstat Bediüzzaman; Müslümanların üç ölümcül hastalığa, belaya müptela olduklarını belirtmiştir. Üstat`a göre ümmet bu üç hastalıktan kurtulmadıkça eski günlerine kavuşması, özgürlük ve bağımsızlığı tatması, zillet örtüsünü üzerinden silkip atması mümkün değildir. Bu üç hastalık cehalet, tefrika ve yoksulluktur.
Kuşkusuz kötülüklerin anası cehalettir. Diğer iki hastalığın kaynağı da cehalettir. Batılılar ve onların yerli uşakları, satılmış yöneticiler Müslümanları cahil bırakmak, bilinçsiz kitleler haline dönüştürmek için her tür yola başvurmuş, büyük ödenekler ayırmışlardır. Bir zamanlar ilim, irfan, felsefe, bilim ve hikmetin öncüleri olan Müslümanlar, günümüzde dünya çapında bir âlim veya bilim adamı yetiştirmekten aciz hale gelmişlerdir. Cehalet, yoksulluk, parçalanmışlık içinde yaşayan; yeryüzünde kanları en ucuz kimseler haline gelen; kadınları, çocukları, gençleri katledilip şehirleri, kasabaları harabeye çevrilen; zenginlikleri yabancılar tarafından talan edilip bir avuç ekmeğe muhtaç duruma düşürülen Müslümanlar bu durumdan kurtulma çabası göstereceklerine zamanlarının çoğunu boş, malayani işlerle heder etmekte, kaderleri üzerinde tefekkür dahi etmemektedirler. Futbol, müzik, magazin programları, şehevi arzuları tatmin eden filmler, romanlar, etkinlikler… Gençliğimizin hayatına yön veren unsurlar bunlar olmuş ne yazık ki!
Batı, önce ahlakıyla, kültürüyle, sapkın inanç ve ideolojileriyle işgal etti topraklarımızı. Sonra da silahları, tank ve toplarıyla…
Ümmeti zayıf düşüren ikinci büyük hastalık tefrikadır. Batılı ideolojiler İslam dünyasında taraftar bulmadan önce Müslümanlar için tek bir bağ vardı, iman ve inanç bağı; din ve akide bağı. Bizim ümmetimiz bir tek ümmetti. Güçlüydü, izzetliydi, bilgiliydi. Bugün Müslümanları haçlı sürüleri karşısında kurbanlık koyun durumuna düşüren milliyetçilik fitnesi, mezhepçilik fitnesi yabancısı olduğumuz sapkınlıklardı. Mazlumların hakkı bizden sorulurdu. Adalete susamışlar bize başvururlardı.
Büyük İslam mütefekkiri Şehit Seyit Kutup, milliyetçilik hastalığının Müslümanlara batıdan bulaştığını belirtmektedir. Bu ölümcül hastalığın Fransız İhtilaline hayranlık duyan batıcı aydınların elleriyle Osmanlıya taşındığını, organizatörlerin bizzat Batılı devletler olduğunu ve bu sürecin Osmanlının yıkılışını hızlandırdığını söyleyen Şehit Seyit Kutup, Müslümanları barbar batının şu stratejisine karşı uyarmaktadır; böl, parçala, yut…
Evet, milliyetçilik fitnesi İslam Ümmetinin başına bela olmuş bir fitnedir. Dünya Müslümanlarının, Müslüman Türkiye halkının bu fitneden çektiği acılar her geçen gün katmerleşerek artmaktadır. Bunca dağınıklığımız, bölünmüşlüğümüz ve perişanlığımız yetmiyormuş gibi batılılar bizim bu zaafımızdan yararlanarak bizi daha da bölmek, parçalamak ve böylece hazımı kolay lokmalar halinde yutmak istemektedirler.
Irak işgaliyle beraber Müslümanlar mezhepçilik fitnesiyle de tanıştılar. Batılılar milliyetçilik fitnesiyle yetinmeyip mezhepçilik fitnesini de yaydılar.
Tarihimiz milliyetçilik ve mezhepçiliğe yabancıdır. Hıristiyanlık âleminde olduğu gibi tarihte Müslümanlar arasında milliyetçilik ve mezhep savaşları olmamıştır. Müslümanlar ırk, milliyet ve mezheplerine bakmaksızın dış düşmana karşı omuz omuza vermiş, birbirlerinin acılarını kardeşçe paylaşmışlardır. Bunun örnekleri çoktur. Mesela işgalci İngilizlere karşı Şii Araplar Sünni Osmanlılarla beraber vatanları Irak`ın müdafaasını yapmışlardır. Yine Müslüman Kürtlerle Müslüman Türkler Çanakkale`de, Anadolu`da işgalci düşmana karşı omuz omuza savaşmışlar, kucak kucağa toprağa düşüp şehit olmuşlardır.
Bundan asırlar önce İslam dünyası günümüzde olduğu gibi yine büyük acılar, işgaller ve saldırılarla çalkalanıyordu. Haçlı sürüleri ilk kıblemiz Mescid-i Aksa`yı, Kudüs`ü işgal etmişler; İslam Ümmetinin zenginliklerini talan etmek için hayâsız akınlar düzenliyorlardı. Haçlılar Mısır`ın kapılarına dayanmışlardı. Şii mezhebinden olan Fatımi Araplar, kendilerine yardım etmeleri için Sünni Türk ve Kürtleri yardıma çağırmışlardı. Ve Şafii mezhebinden olan bir Kürt, yanına aldığı büyük bir orduyla Şii Arapların, Fatımilerin yardımına koştu. Şii Fatımiler o Sünni Kürt`ü baş vezir atadılar.
Selahaddin-i Eyyubi`den bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Selahaddin, Mısır ordusunun başına geçti ve Haçlıları geri püskürttü.
Müslümanların mezhepçilik ve milliyetçilik fitnesinden kurtulup çağdaş haçlılara karşı tekrar zafer kazanabilmeleri için Selahaddin gibi liderlere ihtiyacımız vardır. Mazlum Müslümanları Şii-Sünni demeden kucaklayan, İttihad-ı İslam için çırpınan, Ümmetin mazlumiyeti karşısında sabahlara kadar dua edip ağlayan Selahaddin gibi liderlere…
Ali Bulaç`ın dediği gibi Müslümanların liderleri konumundaki ülkeler, özellikle İran, Mısır ve Türkiye bir araya gelmeli, Selahaddinvari politikalarla Ümmetin vahdeti, kurtuluşu ve zaferi için ortak çözümler üretmeli, çareler aramalıdırlar. Amerika`nın, Nato`nun, Batının siyasetlerinin payandası ve uygulayıcısı olmak bize zilletten ve yenilgiden başka bir şey getirmeyecektir!
Kurtuluş, Müslümanların arasındaki kin ve düşmanlığı, nefreti artırmaya çalışmak; mezhep taassubunu din haline getirmek, ulusalcı çıkarları Ümmetin çıkarlarının önünde görmekle gerçekleşmez.
Yirmi birinci yüzyıl Müslümanları için ya bir kurtuluş yüzyılı olacak ya da ikinci bir kölelik yüzyılı… İslam`ın baharını çabuklaştırmak istiyorsak şu sloganı kendimize rehber edinmeliyiz:
‘`Yaşasın İttihad-ı İslam!``