• DOLAR 34.59
  • EURO 36.416
  • ALTIN 2983.47
  • ...

Bir yandan, ‘madem devlet (MİT), onu tepe tepe kullanıyor biz niye kullanmayalım` niyetindeki barış güvercinleri, “Serok, 1 Eylülde ateşkes çağrısı yapacak” haberine dikkatleri çekmeye çalışırken, öte yandan, “bakın diğerleri, seçim hükümetinde sizi terslerken, biz her kimi isterseniz, evet diyoruz, bunun hatırına ve Yarbaylar aşkına tekrar meseleyi baş başa çözmeye devam etsek” diye yoğun bir uğraş veriyorlar. Bu arada HDP ile dağdakiler, ‘ama filan demeden silah bırakmalılar`, ‘siz ne yaptınız ki` türünden karşılıklı şirinlemeleri de medyaya servis ederek ‘bakın elimizden geleni yapıyoruz` rolüne bürünüyorlar. Evet tilkilerin ayak oyunlarına, bakalım kurtlar ne zaman ve nasıl aldanacaklar?

Gelelim diğer acı gerçeklere. Bugün malum, herkesin sorduğu sorular şunlar? Kimin şantiyesi basılıp araçları yakılıyor? Kimin kepengi kapatılıp ekmeğiyle oynanıyor? Kimden haraç alınıyor? Kim, halk mahkemelerinde(!) yargılanıyor ve kendisine ağır para cezası veriliyor? Kimin barajı, havaalanı, yolu bombalanıyor? Kimin evladı, dağa kaçırılıyor? Tabi cevabı ayan beyan ortada: Çoğunlukla PKK ve türevlerine sadece oy veren değil aynı zamanda maddi manevi katkı verenlerin. Peki gördükleri muameleden sonra pişman olup desteklerini çeken var mı? Neredeyse hiç yok. Hani ‘alan memnun satan memnun` deyiminin ötesinde bir durumdan bahsediyoruz: ‘yanan memnun yakan memnun!`

Peki kısaca, “celladına aşık olma hastalığı” diye tarif edilen Stockholm sendromuna yakalanmış kalabalıkların kendilerine yaptıkları bu eziyetlere rağmen, katillerine destek olma gerekçeleri, gerçekten mazeret kabul edilebilir mi?

Bu sendroma adını veren olay, 23 Ağustos 1973 yılında İsveç`in Stockholm şehrinde yaşanıyor. Bir bankayı soymak üzere basan soyguncular 4 banka görevlisini 6 gün rehin tutuyor. Bankanın basılacağını fark eden rehineler, garip bir tavır takınarak, polise karşı soyguncuları uyarmakla kalmıyorlar, daha sonra mahkemede soyguncular aleyhine ifade vermek istemiyorlar, savunma ücreti için para topluyorlar, hattâ bir bayan görevli, soygunculardan biriyle evleniyor.

İsviçreli meşhur psikolog Hermann Rorschach, konuyla ilgili şunları kaydediyor: “Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme, onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için, kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın, kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi, gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir.”

“Sizin için mücadele verirken ne zorluklar çektiğimizi görüyorsunuz. Dağların zor şartlarında sizin için her türlü zorluğa katlanıyoruz, yeri geliyor canımızdan oluyoruz. Eh arada bir, sizin de canınız yanıyor, size de biraz zarar vermek zorunda kalıyoruz. Bunu da anlayışla karşılayın. Bakın zamanında onların ulu önder dedikleri de, yaktı yıktı, astı, kesti ve devletini öyle kurdu. Şimdi onların kocaman devleti var. Biz de öyle yapacağız ve yakında kendi öz yönetimlerimiz tarafından yönetileceğiz.” Bunun gibi birkaç dakikalık propagandadan sonra, işte yukarda bahsi geçen Stockholm Sendromu başlıyor.

Bilim adamlarının bir asır önce izah ettikleri bu hastalığı bakın, Kur`an-ı Kerim şu ayet-i celilede ne kadar açık söylüyor: “Firavun, kavmini küçümsedi, ama onlar yine de kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar, fasık olan bir kavim idi.”(Zuhruf 54)

Mevlâna Celaleddin-i Rumi, bundan sekiz asır önce, meseleyi ne güzel tespit edip özetliyor: “Kurdun kuzuyu yemeye yeltenmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, âşık olmuştur.”

Devletin öncelikli derdi, kurdu yok edip ‘asayiş berkemal` diyerek devletliğini ispatlamaktır, yoksa öyle çok da kuzuyu kurtarma endişesi olduğundan değil.

Ama Hak Teala, tüm kuzuların kurtulmasını murad ediyor hatta kurda gönül bağlamış kuzuların bile. Eğer öyle olmasaydı, Firavuna gönül bağlamış İsrailoğullarını, o zalimin elinden kurtarmak için çabalasın diye kendilerine Hz.Musa ve Hz.Harun`u göndermezdi. Ve hakeza Ebu Cehil gibi zalim müşriklere gönül bağlamış zavallıları ateş çukurunun kenarından kurtarsın diye Habib-i Ekrem`ini göndermezdi.

Dolayısıyla ‘madem ki, bunlar kendilerine böyle eziyet edenlere destek olmaya devam ediyorlar, ne halleri varsa görsünler` gibi bir tavır, doktorun hastaya; “Sen de kendine dikkat etseydin, ne halin varsa gör” demesi gibidir ki, o da ayrı bir sendromdur.