Kendi Elleriyle Kendi Ellerini Bağlama Yarışı
Mevlana Hazretlerinin Mesnevi’de anlattığı “Mecnun’un Devesi” hikayesini bilirsiniz.
Mecnun, Leyla’sının beldesine gitmek için dişi bir deveye biner. Mecnun’un derdi, bir an önce maşukuna varmak iken devenin derdi ise geride kalan yavrularıdır. Mecnun bir an daldığında deve geldiği yöne yani hasretini çektiği yavrularına koşar. Mecnun kendine geldiğinde, devenin yönünü tekrar Leyla’nın köyüne çevirir. Bu yolculuk bir süre bu şekilde ileri geri devam edince Mecnun bakar ki bu yol böyle bitmeyecek devesinden iner ve “Ey deve! İkimizin de maksudu var ama farklı yerlerde. Bu yolculuk ikimizi de hedefine ulaştırmayacak. Sen yoluna ben yoluma” der.
Hikayenin baş rolünde Mecnun var. Aşkı onu harekete sevk ediyor, ona bir ideal, hedef ve yön çiziyor. Gayesi uğruna hayal kuruyor, niyet ediyor, azim ve kararlılık gösteriyor, zamanla yarışıyor, emek harcıyor, masraf yapıyor, risk alıyor. Ancak karşısına ilginç bir engel çıkıyor. Dağ dere değil, kar kış kıyamet değil, düşman değil, eşkıya değil, engel olan şey; bindiği devenin derdi..
Deve ile Mecnun aynı kainatta yaşıyorlar ve ikisi de aynı Rabbin kulları. İkisinde pek çok ortak yön var. Ancak alemleri farklı. Mecnun deveyi anlasa da devenin Mecnun’u anlaması mümkün değil. İnsanlar bile Mecnun’u tam anladı mı ki deve anlayacak?
Neyse, ortada son yirmi senedir bir nebze de olsa aşka gelip her alanda sınırlarını zorlamayı deneyen bir ülke var.
Yüz yıldır anayasasındaki “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek laiklik ve Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” maddesine atıf yapılarak ihtilallerle, darbelerle, muhtıralarla, sermaye, yargı, bürokrasi ve medya eliyle tokatlanıp duran bir ülke bu.
Ve bir şekilde geçmişine bakıp aşka geldiğini sanan bu ülke, Leyla’sına yani güçlü bir dünya devleti olma rüyasına doğru yola koyuluyor. Önüne bir dağ çıkıyor.
O da ne, vagonlardan bir iki kişi bağırıyor: “Durun! dağda gölgeden ulu önderin silueti belirdi.” Bunu duyan makinist treni durduruyor, yolculuk iptal ediliyor ve orası artık adeta kutsal mekan sayılıyor. Sonra oraya gelip huşu ile izleyenler ve tabi ki çevrede canlanan ticaret. Ve mutlu keseler.. Çok yaşa dağa düşen gölge!
Bir daha ufka bakıyor ve rotasını başka yöne çevirince, biri ağlıyor: “Durun! Baksanıza şu adam tıpkı O!”
Tabi ki sefer yine yarım kalıyor. İniyorlar, sarılıp ağlayanlar mı dersiniz; “Sen olmasaydın biz de olmazdık” diye ona açılanlar mı dersiniz tam bir duygu devrimi yaşanıyor. Tabi ki üç beş kuruşun lafı mı olur deyip benzeyeni ödüllendirmemek olmaz. Mutlu cepler. Yaşasın okulumuz!
Ve ilerleme aşkıyla bir güzergah daha planlanıyor. Bir iki kişi bu yolculuğun iyi gidişinden rahatsız oluyor ve oturup iş çeviriyorlar: Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar, saçmalayarak, sarhoşça, ahmakça yırtınıyorlar. Kendilerinden olmayan herkesten korkup yalan ve iftira ile kinlerini kusuyorlar.
Bağırdıkça korkutuyorlar. Korkuttukça vites yükseltiyorlar. Gözleri, ezanın aslını tekrar “Tanrı uludur” projesine geri çevirecek kadar yükseklerde.
Siyonizmin en önemli ayağının kendileri olduğunu bilen denizdeki balıkları bile Filistin’li, Gazze’li zannedip çiğ çiğ yiyecek kadar nefret dolular.
Velhasıl bu ülke nereye doğru adım atmaya kalksa hep aynı numarayı deniyorlar.
Gidemiyor Mecnun.
Hikayesi hep yarım kalıyor. Bir türlü bir iki mısralık şiir yazılamıyor.
Yarım yamalak bir canlanma, bir kendine gelme beklerken, şuradan buradan “Kurtarıcımız!” diye treni durduranlar sayesinde artık gelişmesi durmuş, heyecanı, sinerjisi ve düşleri silinmiş bir ülkeye dönüşüyor bu ülke.
Sonra bu kervana, geçmişinde “Necip Fazıl” ezberleyenler de katılıyor.
Aydınlanınca da öyle endişeli uyarıyorlar ki:
“Sakın ha!”
Yarın bizzat bu alnı secdeli zatlar; “Camilerde neden yok? Oralar devlete ait binalar değil mi?” derlerse şaşmamak gerek.
Allah iki Said’in de şefaatinden mahrum eylemesin.
Rahmetullahi aleyhima..