Allah’ın Askerine Filistin’den Vazife
Hz. Nûh(as), Hz.İbrahim(as), Hz.Mûsa(as), Hz.İsa(as) ve Hz. Muhammed(sav) “ulü’l azm” diye vasfedilir.
İmam Mâtürîdî(rh) onlara neden ulü’l-azm dendiğini altı madde ile açıklar:
İlâhî mesajın hepsini -ölümleri pahasına da olsa- en zorba ve en zalim insanlara tebliğ etmeleri.
Muhataplarının eziyetlerine katlanıp görevlerini terketmemeleri ve onların arasından ayrılmamaları.
Kavimlerine beddua etmemeleri.
Mâruz kalabilecekleri sıkıntılara ve musibetlere sabretmeleri.
Dinî görev ve ibadetlerini tam mânasıyla yerine getirmeleri.
Nefsânî arzularına boyun eğmemeleri..
Bu maddelerin hepsinde ortak olan bir şey var: Vazifede Tahammül.
Bir kimse, “Ya Resulallah seni seviyorum” deyince Efendimiz(sav); “Eğer beni seviyorsan, belaya sabırla hazırlan! Yemin ederim ki, beni sevene bela, tepeden dereye gelen sudan daha hızlı gelir!” buyurdu.
Ulü’l azm peygamberlerden(as) en büyüğüne ve sonuncusuna ümmet olma şerefinin bir bedeli de herhalde yine o azim ve kararlılık sahibi olma gayretidir.
Filistin’in muvahhidlerinin öğrettiği derslerden biri de bu değil mi?
Filistin, sadece on aydan bu yana değil, işgal edildiği günden bu yana yahut daha doğru bir ifadeyle uşakları tarafından küffara teslim edildiği günden bu yana her Müslümana vazife dağıttı sorumluluk dağıttı, nöbet dağıttı.
Ölümü, terhis olup tezkere almaya benzeten Üstad ısrarla ne diyordu: Mümin kainattaki diğer varlıklar gibi Allah’ın kulu ve askeridir. Ve “Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki tarif edilmez.”
Yani asker olmayan ölüdür, ruhsuzdur. Çünkü aksiyonu bitenin fonksiyonu da yoktur.
Askerliğin aşırı derecede kurumsallaştığı bir asırda, kışlaların ardına saklandığı ve bir takım savaş ve savunma standartlarının arkasına itildiği bir zamanda bu hakikati anlatmak da anlamak da o kadar zor ki?
Hala terör rejiminin kimliğini taşıyan bütün canlıların asla sivil olmadığını anlamayanların varlığı da bununla alakalı.
Amerika’da, soykırımcı katili alkışlamak için ikide bir ayağa kalkan temsilcilerin de gerçekte en özel kuvvetlerden daha fazla “asker” olduğuna ikna olamamak da öyle.
Haydi diyelim ki; “ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir” diyen Necip Fazıl Merhum’a gitmediniz, Ziya Gökalp’e bile kulak verseniz ne diyecek: “Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker..”
Allah-ü Teala, kafirlerle savaşı emrederken “sizde bir sertlik bulsunlar” (Tevbe 108) buyurur. Kafirler bugün o sertliği Yahya Sinvar’da, Ebu Ubeyde’de, Muhammed Dayf’da, Yemen’lide, Lübnan’lıda buluyorsa, o halde bu ayetin tefsirini sadece okumak değil haberlerden izlemek daha uygundur.
Haliyle iki kere ikinin dört etmesi kadar basit bir sonuca ulaşıyoruz:
Kafirleri korkuttuğumuz kadar Allah’ın askeriyiz. Allah’ın askeri olduğumuz kadar müminiz.
“Öfkelenmeyen eşektir” diyen İmam Şafii hazretleri bu sözü bugünler için söyledi. Yeryüzünün en kalleş zalimlerine karşı bir an bile öfkemizin soğumasından Allah’a sığınmak zorundayız.
Unutmamak gerekir ki dünyanın kıyameti kopmamışsa, Allahü alem bu, Gazze’deki tüneller ve orada on aydır savaşan mücahidler sayesindedir.
Yeryüzünde ar, şeref, haysiyet, onlar sayesinde hâlâ dolaşımda.
Onlar sayesinde hâlâ “elhamdülillah Müslümanız” derken başımız eğilmiyor.
Görev basit:
Dua askeri, askerliğini adam gibi yapacak.
Silahı, şiir olanlar bu askerliği hakkıyla yapacak.
Tankı tüfeği, fikir olanlar bu askerliği gereği gibi yapacak.
Az ya da çok parası olanlar her alışverişlerinde, infaklarında bu askerliklerini ciddi yapacak.
Herkes belki cephede avcı hattında doğrudan düşmanla karşı karşıya olmayabilir. Ancak mesafelerin kalktığı bir çağda savaşla ilgili her şeyin tanımı da değişti.
Yeter ki, “ulü’l azm” yani azim sahibi olunsun, vazifenin şuurunda Allah’a asker olunsun.