Kontrol, Kendilik ve Kazanan Demokrasi
Kaza haberlerinde sıkça duyarız; “filanın kontrolündeki araç” ya da “kontrolden çıkan araç” diye. Yine yangın haberlerinde de “söndürüldü” yerine “kontrol altına alındı” denir. Bir de reklama motto yapmışlardı, “kontrolsüz güç, güç değildir” diye.
Güç, düzen, verim ve devamlılık için kontrol şart olduğundan siyasi, ekonomik bütün sistemlerin hükmettikleri alanda, her şeyi denetim altına almak istemeleri eşyanın doğasındandır. Daha doğru bir ifadeyle, yaratılıştandır/fıtrattandır.
Kontrolün anlattığı gücün karşılığı, hâkimiyettir. Hakimiyet ise tevhidin en açık delillerindendir.
Haliyle, bir sistemi kontrol eden kimse, başkasının müdahalesini asla kabullenemez. Eğer bu durumu onaylıyorsa o zaman, kendisi de o müdahale edenin kontrolünde demektir.
Bu Ülke’nin idaresinin ilk başta İngiliz, ardından Amerikan müdahalesine açık biçimde seyretmesi, bağımsızlık tartışmalarının bir fanteziden öteye geçmediğinin ispatıydı.
Peki, diyelim ki, Amerikan müdahalelerinden yani batının kontrolünden tamamen kurtularak kendi kontrolünü/kendi hakimiyetini sağlamış bir ülkede bu defa, “kendi’lik nedir?” diye devasa bir soru ortaya çıkmayacak mıdır?
Soruyu biraz açalım. Dünya alem biliyor ki, gerek Lozan’da gerekse öncesinde veya sonrasında, bu ülkenin batılı devletlerle tanınma ve bölgede kendisine karışılmama şartı, onların kendisine çizdiği kontrollü rotada laik, Kemalist, seküler kodlarla ve geçmişiyle alakalı bütün bağlarını koparmış bir ulus devlet rejimiyle yetinmesiydi.
Peki o halde, “kendi”lik derken, şartın detayındaki “laik, Kemalist, seküler, ulusçu” nitelemeler mi anlaşılacak?
Eğer öyle anlaşılırsa -şimdiye kadar başarılamadığı gibi- bu dördüne de uymayan dini alan, bu hakimiyet içerisinde nasıl tanımlanacak, nasıl kontrol edilecek? Farklı unsurlar, tek/aynı ulus kalıbına nasıl sığdırılacak?
Üstelik inançtan, dünya görüşünden, kabul ve kanaatlerden kopuk bir “kendi”lik imkansızken bu nasıl olacak?
Hayli uzun ve dolu bir tarihten ve onun içindeki sanattan, mimariden, edebiyattan, kültürden, gelenekten sıyrılmış bir “kendi”lik mümkün değilken bu nasıl olacak?
Geçmişten bugüne İslam ortak paydasını her şeyin üstünde görmüş ve sadece nüfusun ciddi bir kısmını değil, bugünün ve dünün tüm sosyal dokusunda müşterek medeniyeti beraber örmüş Kürt gerçekliğini inciten şaşı bakışla, bu “kendi”lik nasıl olacak?
Kaldı ki, eğitim, ekonomi, yargı, siyaset, aile gibi tüm kurumlar, batıdan ithal edilen yasalarla temellendirilirken “kendi”lik iddiası ne kadar sürdürülebilir olacak?
Şimdilerde “kendi” olmakla, batı kontrolünde olmak arasında yaşadığı dikotomiyi/ikilemi bastırmaya çalışan bir siyasi iradenin, geçmişinden bakışlarını saklamaya çalışan sessiz savruluşlarına şahit oluyoruz.
İran’ı kaybettikten sonra, coğrafyada kilit roldeki Mısır ve Türkiye’nin kontrolünü kaybetmek, batı için tarihin sonu olacağından, elbette ki “sakıncalı” gördükleri iktidarın, laiklik ve Kemalizm’e canla başla sarılma hamlelerine itibar etmezler, hatta “bütün kutsal çıkarlarınız adına yemin ediyoruz, biz de sizin gibi düşünüyoruz” diye yemin edilse yine inanmazlar.
Gelinen noktada Amerika biraz rahatlamış gözüküyor. Çünkü bir tarafta “kendi” olma çabasını birçok alanda muğlak ve yarım bırakarak yorulduğunu belli eden bir irade var. Diğer tarafta ise bütün kontrolü batıya bırakmak için her yolu göze alacak kadar azimli ve kararlı kabarık bir kümelenme var.
Konforlarının tahtında, manevra kabiliyeti hayli gelişmiş olanları söylemeye gerek yok.
Geriye milletin parasına ve rahatına bir iki basit müdahale kalıyor.
Ve filmin sonunda alkışlarla aynı dejavu: “Demokrasi kazandı!!”