6-8 Ekim Sorusunu Cevapsız Bırakmak
Zaman, dünyanın her yerinde aynı; saatle, günle filan bir şekilde akıp gidiyor. Mekan da öyle; hava, toprak, su ve ateş.
Sonra ikisini de biçen keskin bir kılıcın kınında dirilen sorular? Kim? Ne? Niçin? ..
Ve sorunun olmadığı yerde zaman, cevabın olmadığı yerde ise mekan yoktur. O halde canın olması yetmez, vicdan da olmalı ki, orada varlığın boyutları zihnen anlaşılsın.
Vicdanlar eğer Hak ile terbiye olmazsa, soruların cevaplarını, güdülendiği hislere ve çevresel etkilere göre seçer. Bu yüzden Hakk’ı gözetmeyenlerin kimi ırkçı saiklerle, kimi kapıldığı ideolojilerle, kimi saplandığı fikirlerle, kimi de bireysel hırslarla öldürür, tahkir eder.
Kant, vicdanın ne kadar güçlü bir faktör olduğunu anlatırken şöyle der: “Kişi yasalara aykırı bir davranış yaptığında ne tür bir gerekçe bulursa bulsun susturamadığı içsel bir davacı vardır. Kendini aklamak için yaptığı tüm uğraşılara rağmen sesini susturamadığı bu şaşırtıcı yetinin yargılamalarından insan kaçamamaktadır.”
Farkında mıydı bilmiyoruz, sanki Peygamber Efendimiz(sav)’in şu hadis-i şerifine atıf yapmış gibidir: “Başkaları fetva verse de sen fetvayı kalbine sor.” (Dârimî, Buyû`2; Müsned IV, 228)
6-8 Ekim olaylarına da bu pencereden bakarsak, insan olmanın asgari şartlarını taşıyan hiç kimsenin vicdanında bu katliamda, “niçin?” sorusunun cevaplanmadığını görürüz.
Yoksulun aidiyetine bakmadan evlerine kurban eti dağıtan gençleri niçin öldürdünüz?
Ne adına, kimi memnun etmek için, hangi ödül veya hangi hislerdi motivasyonunuz?
Bunun cevabı yedi yıldır verilmiş değil.
Yırtıcı canavar da dişler, boğar, parçalar, ancak sorulsa “av” gibi bir cevabı vardır.
Peki bir bayram günü, silahsız, zararsız, savunmasız, hayra koşan, kendi sokağının insanını, canavarları dahi utandıracak derecede katletmek neyin intikamı idi, neyin öcü, neyin karşılığı, neyin ispatı idi?
Ve bu soruyu asıl cevaplaması gerekenler belliydi; “Kahrolsun o alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar! Hani o sırada ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı.” (Buruc 4-7)
Fitili ateşleyip kenarda günlerce tutuşan ocakları seyredenler bir cevap vermediler.
Üç gün kendi memleketini yaktırıp yıktıranların, Kobani diye ortaya attıkları zırva, bunun cevabı değildi.
Çünkü öyle olsa önce katletti(rdi)kleri mazlumların Kobaniyle alakalı olup olmadığını zerre kadar da olsa merak ederlerdi.
Sonrasında ne tetikçi katillerden, ne de azmettiricilerden hiç biri çıkıp da, “bu öldürmeler yanlıştı” da demedi.
Bu soru, onların peşini hiç bırakmayacak? Neden öldürdüler? Birileri istediyse, ne vadetti? Neye dayandırdı? Nasıl açıkladı?
Bunları ABD’deki, Rusya’daki, israil’deki, Avrupa’daki, dağdaki, şehirdeki, derinlerdeki, yüzeydeki, siyasetteki, görevdeki ve delikteki bütün kuklacılar illa ki fısıldamıştı.
Sakat vicdanlarını bastırarak, cevaplamadıkları cürümlerini içlerinde dolaştırıp duranlarla dönüyor dünya, birkaç tur atıyor, defteri ahirette açılmak üzere yolcularını teslim ediyor.
Geriye öldüremedikleri ve balkondan atamadıkları, bedenlerini yakamadıkları, ezemedikleri sorular kaldı ve veremedikleri cevaplar?
Niçin katlettiler? Öldürülmelerini niçin emrettiler? Bu katliam için verilen söz neydi?
Sürekli duyulacak bu sorular? Herhalde kendilerini buna alıştırmış olmalılar.
Veyl olsun katillerine. Selam olsun şehidlere..