• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

İkide bir kılıktan kılığa girerek şu gazete köşelerinde arz-ı endam eden meşhur hikayeyi bilirsiniz, hani neredeyse “daha sabah yemiştik” denilen ekmek gibi mübarek sayılır.

Padişahın, ümitsiz vaka olarak gördüğü bir şehzadesi vardı. Ne lalalar, ne vezirler, ne talimler, bu kifayetsiz varisin tahta layık biçimde yetişmesi için bir türlü fayda vermeyince, padişah son çare olarak, memleketin en meşhur alimini çağırdı ve şehzadesini ona teslim ederken sıkıca tenbih etti: “Sana üç yıl mühlet. Eğer üç senede bunu adam edemezsen kellen gider.”

Zavallı alim, üç yıl çalıştı, çabaladı ama nafile. Sonunda süre doldu. Alim, ıskarta evlat ile huzura vardı, şehzadenin büyüklüğüne şahitlik etmek üzere ahali de toplanınca, padişah şehzadeye, “buyur söz senin” diye işaret etti.

Tüm gözlerin kendisine baktığı şehzade, yüksek sesle; “bir ok attım kebap oldu” dedi. Tabi bu söze kimse anlam veremeyince ve padişahın sinirleri de tam gerilecekken, alim açıklama yaptı: “Şehzadem, sözü özlü söyler, gereksiz uzatmaz, kendisiyle ava gitmiştik, bir ok atıp ceylanı vurdu, hemen pişirilip kebap yapıldı.” Bunu duyan ahali de saray erkanı da gurur duydular, şehzadeyi alkışladılar, padişah da alimi tebrik etti.

Şehzade devam etti: “Bir ok attım göl oldu.” Tabi kimse yine bir şey anlamadı. Alim, terledi, kızardı bozardı ama can tatlıydı, kelleyi kurtarmalıydı, hızlı bir doğaçlama teville yine durumu kurtardı: “Şehre gelen sunun önüne bir taş düşmüştü, şehzade öyle bir ok attı ki, o taş iki parça oldu. Önü açılan su ile her taraf göl oldu.” Bu izah da herkesin hoşuna gitti ve alkış koptu, tebrik yağdı.

Ve şehzade bir cümle daha söyledi: “Bir ok attım aşure oldu.” Oradakiler bu kısa sözdeki hikmeti de anlamak için alime döndüler. Alimin bu söz üzerine söyleyeceği bir şeyi yoktu. Doğruca sultana kellesini uzattı ve “Padişahım! İşte başım, yalnız şu serseriye sorun, attığı okla aşure nasıl olmuş, ben de bileyim” dedi.

Bilindik öykülere yaslanıyorsun diye burun kıvırmaya ya da hikayeyi fazla süsleyip püslemeye gerek yok, hepimiz bir şekilde iyi bildiklerimize hüsn-ü zan vecibemizi eda etmek maksadıyla sürekli bu metaforla amel ediyoruz. Kimi sahnede alim rolünü, kiminde şehzadeyi, bazen de padişahı oynuyoruz ama sonuçta, kusurdan beri değilken, hem mükemmeli arıyoruz, hem daima ölçüp biçiyoruz, hem de ayna bildiğimiz çehrelerdeki pastan pasaktan, çizikten kırıktan rahatsız oluyoruz. Belki de bu ontoloji, iman ve salih amelle birlikte kurtuluşumuz için alnımıza yazılan hakkı ve sabrı tavsiye etme mecburiyetimiz ya da ellle, dille, kalple uyarma sorumluluğumuz için ayarlanmıştır.  

Doğu Türkistan’lı Uygur Müslümanlarına yapılan muameleyi görünce, “ya, tamam orada akıl almaz bir zulüm olduğu açık, oradan gelenlere her türlü ilgi ihtimam gösteriliyor ama şimdi ABD ve AB karşısında Çin kartından başka koz yok, o yüzden biraz daha sükûnet ve tahammül” deyip durumu idare etmek yarın hesap gününde söyleyeni nasıl kurtarır bilinmez ancak bu idare etme mesleği, öyle kolay değil.

Kendi insanının farklı ana diline karşı artan tahammülsüzlüğü, kendi geçmişinin üstü sürekli örtülen hakikatlerine karşı bir türlü düzelmeyen bakışı tevil etmek, gerçek yaşamda, elbette ki hikayelerden daha zor.

Ya da şu salgın yüzünden birilerinin ekmek kapısı olan lokantaları kısıtlanırken, devasa kalabalıkları parti kongrelerinde toplamak ne oluyor? sorusuna mantıklı, adaletli ve hakkaniyetli bir cevap bulmak neredeyse imkansız.

Hz. Ömer’e atfedilen; “Hakikati anlayıncaya kadar Müslüman kardeşinin davranışını hayra yor” uyarısı tabi ki mühimdir. O yüzden mesela Bediüzzaman, "İnsan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkalarının bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin" der.

Haydi hikmeti bilinmeyenleri geçtik. Peki ayan beyan ortada olan bir takım harekat için ne denecek?

Elhasıl, şu hüsn-ü zan memurluğu herhalde en zor iş olsa gerek.