Büyük Acılar ve Toplum Olma Kalitesi
Afet, darbe, işgal, ekonomik kriz ve salgın gibi herkesi doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen hadiseler, ortak tepkilerin seviyesine göre toplum olma kalitesini belirleyen kritik süreçlerdir.
Karşınızda yanan bir ev varsa o anda söndürmeye koşmak, söndürenlere maddi manevi destek olmak, bunun endişesini taşıyıp üzülerek dua etmek varken, oturduğunuz yerde bunun felsefesini yapamazsınız, üzerine şiir yazamazsınız, duyar kasamazsınız.
Hele hele yanan evdekilerin inancını, aidiyetini, dünya görüşünü -bırakın konuşmayı- aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.
Bu tavır, sadece Müslüman değil insan olmanın da asgari şartıdır. Son yaşanan acı felakete bakınca geçmiştekilere göre daha iyi bir yerde olduğumuz söylenebilir.
Evet kişilik bozukluğu belirtisi gösteren belki birtakım arızalı yorum ve beyanatlar olmuştur. Ya da yukarda bahsettiğimiz tarife uymadıkları önceden bilinen tescilli canlılar, şaşırtmamışlardır.
Ancak ister daha önceki felaketler olsun ister yedi ay önceki Elazığ Depremi olsun zaman ilerledikçe kollektif bilincimizin nitelik kazandığını da görmek lazım.
Buna, insan yaşamının kıymetine ve kutsiyetine odaklı bir diğergamlığın, gitgide aynı çatı altındaki diğer bireyle arasındaki ötekilik bariyerini zorlaması da diyebiliriz.
Uzun süren salgının incelttiği bir kitle hissiyatı var. Her gün duyduğu hasta ve ani ölümlerle karşılaşmaya devam ederken birkaç saniyede çaresizliğin enkazı altında tükenen nefeslerle daha kolay empati yapmaya başlayan bir seviyeden söz ediyoruz.
Bunun hayalci bir iyimserlik olmadığını anlamak için geçmişteki tartışmalarla şimdiki arasında bir kıyaslama yapılabilir. Ya da herkes kendi etkileşim alanındaki yansımaları gözleyebilir.
Geriye kendilik disiplini kalıyor.
Ne demek istiyoruz? Memleketin diğer ucunda olsak bile her sorunda öncelikle kendi payımızı sorgulamak, ‘benim yüzümden oldu?’ demek.
Buna nefs-i levvame makamı/kıvamı da diyebiliriz.
Tam olarak şöyle yakınmak: “Bu depremin illeti; benim ihmalkarlığım, düzensizliğim, kendime, çevreme ve topluma karşı sorumsuzluğum, kulu olduğum Rabbimden uzaklığım, hasılı muhtelif kusurlarım ve cürümlerimdir.”
Müteahhitler, ruhsatlandıranlar, yetkililer, şunlar bunlar hukukun, yasaların ve yazılı çizili muhakamelerin mevzusudurlar ve onlar için dünyanın her yerinde işleyen düzenek aynıdır.
Bizim kastımız, başta söylediğimiz toplum olabilme çabamız. Çünkü biz bu topraklarda “veni vidi vici” (geldim, gördüm, yendim) değil “hamdım, piştim, yandım” diyen bir kökün dalları olarak yaşıyoruz.
Yani mevzumuz, Emin’lik vasfını Risaletten önce toplumun algısında kendisi için etiketleyen bir kendiliktir.
İşte bu aşamada da mesafe katedebilirsek, Allah-ü Tealanın üzerimizdeki nimetlerine karşı gözlerimiz açılıyor demektir.
Ondan sonrası Allah’ın izniyle güzel bir gelecektir.
Ümmetinin acıları kendisine çok ağır gelen Peygamber Efendimiz(sav)’in güzide ashabından olan Abdullah b. Mesud(rh)’ın şu sözüyle bitirelim:
“Mümin kimse günahlarını hayalinde öylesine büyütür ki, sanki kendisi bir dağın eteğinde oturuyormuş da dağ üzerine çökecekmiş zanneder. Günaha düşkün kimse ise günahlarını, burnunun üstüne konan bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Daavât, 4)