Üflenmiş Bir Düğüm, Ayasofya
İbn-i Sad, Siyer kitabında, bir defasında Peygamber Efendimiz(sav)’in rahatsızlandığından ve bunun üzerine iki meleğin ziyaretine geldiğinden söz eder. Bu ziyarette meleklerden biri diğerine şöyle der; “Ona ne oldu biliyor musun? Adamın biri bir ipe düğüm attı ve filan kuyuya bıraktı, onu o kuyudan çıkarırlarsa Muhammed(sav) şifa bulacaktır.” Kuyudan o düğüm (büyü) çıkarılır ve Resulullah(sav) sağlığına kavuşur. Şu düğümler meselesi hayli ilginç bir konudur.
Her gece gözlerimizi kapatırken dilimizden dökülen ayetlerden biri: “Ve min şerri’n neffasati fi’l ukad” (düğümlere üfleyenlerin şerrinden)
Bu ayetin tefsiri epey zengindir. Çünkü neffasat ve ukad çok geniş iki mefhumdur. Onu kitaplara havale edelim. Yine saç tellerine, ipe veya başka şeylere düğüm atarak üzerine bir şeyler söyleyip üflemek ve bunu kuyuya atmak gibi yöntemlerin sadece geçmişte kalmadığını da not edelim. Neffasat kelimesinin topluluklar manasına geldiğinden hareketle izafeti yorarak “düğümlerin üzerindeki toplulukların şerrinden” gibi bir mana tekellüf sayılır mı bunu da erbabına bırakalım, yalnız şu memleket için atılan düğümlere gelelim.
Bu diyarın sakinleri en sağlam ipe birlikte sarıldıklarında, yetmiş iki milletin huzurlu birlikteliği deyimden öte bir vakıa idi. Sonra bunun için birkaç asırdır gerek mabeynden hasûd olanlar gerek dışardaki düşmanlar zaafları aldılar ve düğümledikçe düğümlediler sonra üzerine tılsımlar söyleyip kimini Bağdat’ın, kimini Asitane’nin, kimini Manastır’ın ve kimini daha nice beldenin kuyularına attılar. Önce o düğümlerin atıldığı kuyuları tespit etmek ardından düğümlere üfleyenlerin rahiplerinden sıyrılmak ve de onları çıkarıp çözmek gerekiyordu. Tabi böyle bir zorluğa kâbus, başarma ihtimaline de muhal denilebilir.
Behlül’ü bilirsiniz, hiç gülmezmiş. Halife; “kim onun güldüğünü görüp bana haber verirse ona bir kese altın vereceğim” demiş. Onun güldüğünü görmeye çalışanlar onu bir kuyunun başına kadar izlemişler. Behlül, kuyunun başındaki öfkeli kalabalığa dertlerini sorunca demişler ki: “Filan deli şu kuyuya kocaman bir taş bırakmış, suyu tıkamış, nasıl çıkaracağımızı bilemiyoruz.” Behlül bir kahkaha atmış. Halife, bir kese altını haberciye verdikten sonra gülmesinin sebebini kendisine sorunca Behlül: “bir deli bir kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramıyor, buna nasıl gülünmez” demiş. Keşke halihazırdaki trajik öykümüz de bir deli ve kırk akıllı kadar sınırlı ve basit olsaydı.
Zehirli fikirleriyle genç dimağlara öyle düğümler attılar ki, mankurtlaşan kafalar kendini hatırlatan ne varsa adeta hepsini kendi elleriyle kuyulara doldurdular.
Cemiyete attıkları düğümleri çözmekten bahsedenlerin de zamanla endişeleri kendi düğümleri oldu.
Hilafete kocaman bir düğüm, medreseye, mânâya, kıymetlere efsunlu düğümler. İngiliz usulü, İsviçre markalı, İtalyan modeli düğümler. Nikah’tan talaka, mirastan ticarete, takvimden ezana, kamu düzeninden kılık kıyafete varıncaya kadar dizi dizi düğümler.
Sonra ırkçı tılsımlar üflenmiş düğümlerin taştan ikonları ve kuyularda yasalar, yasaklar.
Ardından “yetişin başımızdan aziz olan kutsalımıza düğüm atıyorlar!” diyenlerin başlarına darağaçlarında atılan düğümler.
Ve reelpolitik: kendi bahtına karşı düğümler atma becerisiyle yetiştirilen kuyuların çocukları. Ve dindar ailelerinden kalma mazeret kırıntılarıyla tılsımlarına dua karıştıran ucuz düğümcüler.
İşte bir asır önce gizli mahfillerde kurulan pazarlarda bol şamatalı sarhoşluklarla üzerine kraliçe büyüsüyle üflenip atılmış nice düğümden bir düğümdür Ayasofya.
Kuyusu belli, düğümleyen belli. Ama kuyunun başında gölge gölge keşişler, ‘sakın yaklaşmayın!’ diye tehdit ediyorlar.
Peki bu düğüm çözülse Ayasofya’nın açıldığı sabah kâbus biter mi? Tılsımın bozulması anlamına gelecekse neden olmasın?
Nasıl başlamıştı sure: “De ki, sabahın Rabbine sığınırım.”