• DOLAR 34.571
  • EURO 36.061
  • ALTIN 2999.024
  • ...

Çıkmıyor işte. Olmuyor, zihin mi, kalp mi, ruh mu, nereye saplanıyor, şu mahzenimizin hangi dehlizine saklanıyorsa, kardeşlerimizin acılarını kolay kolay atamıyoruz.

Dokundukça kanatıyor, gözlerimizi kapatarak adeta yüreğimizi korumaya çalışıyoruz.

Musibet ilk çarptığı anda, aman ha sabır şişesi elimizden düşmesin diye hep vurulan yanımızın üzerine eğiliyoruz. 

21 Şubat 1993 tarihi, bir Ramazan ayı idi. Konya’nın merkezi bir salonunda, 26 Haziran 1992 yılında Silvan’ın Susa (Yolaç) köyü camiinde işlenen katliamı yedi ay sonrasında tiyatroda sahneliyorduk.

Şimdi tiyatrosunu bile hatırlayınca nefesin iniltiyle çıkmasına mani olmaya çalışıyoruz.

Şehid Muhammed Emin ile bir gün karşılaşırsam; “senin rolünü bana verdiler, peki sen o son nefesi nasıl vermiştin?” diye sorarım herhalde.

Ne kadar âşina bir öyküymüş meğer bizim: ‘biz yine sahneleriz yeter ki, bu gerçek olmasın, n’olur bir rüya olsun, dediğimiz’ “ve len tecide lisünnetillâhi tebdilâ”

Tozu dumana katan makinalı tüfek seslerinin yırttığı bir gece karanlığında Susa Camii’ne son bir defa daha sarılıp yaslanarak Rabbine kavuşan cami yarenlerinden sonra duvardaki oyuk oyuk kurşun izlerinin açtığı ‘felemma teccellâ Rabbuhü’ pencerelerinden bakınca, yaşananların bir düş değil hakikatin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.

Şimdi Susa’nın tanıdık serencamıyla Yeni Zelanda’daki camii katliamını yorumlayınca uzağa ve yakına sinmiş hisler birbirine karışıyor.

Üç yaşında can veren Mucad İbrahim, Babası ve ağabeylerinin yanında kana bulanan bedeniyle dört yaşındaki Abdullahi Dirie.

14 yaşında lise öğrencisi Sayyad Milne.

16’sındaki Hamza Mustafa.

Her cuma namazında tekerlekli sandalye ile eşini camiye getiren ve kocasını korumak isterken onun gözleri önünde üç kurşunla katledilen Husna Parvin.

Kurdukları camide katledilen Filistin’li Muhammed Atta Alayan ve oğlu Muhammed Alayan.

Yine üniversite talebesi olan oğlu Talha ile birlikte can veren Naim Raşid.

Ve az sonra kendisini vuracağından habersiz, katilini “Selam” diye karşılayan 71 yaşındaki Davud Nabi.

Herkesin sevip saydığı kalp doktoru Amjad Hamid.

Ve daha onlarcası. Her biri dünyanın farklı bir bölgesinden gelmişler. Geldikleri yerde şahsiyetlerini yitirmemişler, ortama ayak uydurup, imanlarını hiçe saymamışlar, dinlerine bağlı kalmışlar, memleketlerinden çok uzakta, gurbet ellerde, çocukları ve eşleriyle Camiinin, Ezanın, Cumanın, Namazın, hasılı İslamın izzetini muhafaza etmişler.

Ve bu aziz tavırları sanki Mele-i âla’da ilahi bir cazibenin kıvılcımı olmuş.

Şubat ayında şehidleri anarken yücelerden bir fermanla; “siz susun biz ne ders vereceğimizi iyi biliriz” der gibi, “alın size ittihad, ittifak, kaynaşma, kardeşlik” der gibi, “alın size uzaklarda da olsanız ne yapmanız gerektiğini talim eden muallimler” der gibi, tüm ibret nazarımızı kendine çekti.

İslam alemi olarak uykumuzdan nasıl uyandığımız bir yana, bu katliamın binlerce gayrimüslimin hidayetine vesile olacağı muhakkaktır. Yine İslami endişelerden uzaklaşmış nice Müslümanı da sarsıp kendine getireceği şüphesizdir.

Ve artık bir sahnemiz daha var. Ezan-ı Muhammedî ile başlayan, duvarlarında mermi izleri ve kan lekeleri ile biten bir sahne.

Cami duvarıyla son bir defa kucaklaşıp yere yığılırken tüm izleyicilerde tekbir sesleri, Allahüekber Allahüekber.

Sonra hıçkırıkların düğümlendiği boğazlardan dökülen kırık cümleler: “Ya Rab! Canlar kurban sana. Yalnız uzaklarda da olsalar kardeşlerimizin acılarını görmek de ağır geliyor bize.

Zira tanıdıktır, cami duvarlarında kurşun izleri..”