• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Size söz vermişler, her şey hazır, tam kral olacaksınız, memlekette birbirleriyle sürekli husumetli olan iki cephe de, nasıl olduysa sizi desteklemek üzere anlaşmışlar. İki tarafın da ortak adayısınız, sizi onaylamışlar, söz vermişler onların başına kral olacaksınız, başkan ilan edileceksiniz, taç giyme töreniniz için gün sayıyorsunuz, o da ne, aniden sahneye dışardan bir üçüncü kişi geliyor, herkes O`na yöneliyor, O`nu dinliyor ve O`na bağlanıyor. Bir anda bütün hayalleriniz bitiyor, kaybediyorsunuz, yıkılıyorsunuz, artık hiç kimse sizi görmüyor, umursamıyor, ciddiye almıyor, daha dün başınıza konmuş olan devlet kuşu uçup gidiyor, bir anda sizi alkışlayan eller iniyor, hafızalardan siliniyorsunuz. Halbuki her şey ne kadar da yolunda gözüküyordu. İki kabile de sizi seçince tarih ve coğrafya sizi o bölgenin hükümdarı olarak kaydedecek, sonra babadan oğula, prens prens dallanıp makam makam budaklanacaktınız.  

Ne zor bir öykü değil mi? Çoğu kimsenin; “Oh be sadece bir rüyaymış, gerçek değilmiş” diye sevineceği cinsten. Oysa, “Allah düşmanlarımızın başına versin” dediğimiz bu trajik olayı, İslam tarihinde hızlıca okuyup geçiyoruz. Hikayenin kahramanı, kısa künyesi ile malum İbn-i Selül. Yer, Yesrib, yani sonra ismi Medine olacak mübarek şehir. Tarih, Hicri olarak 1.yıl. Miladi 622. Yesrib, gerek Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıldır devam eden savaşlar nedeniyle gerekse, şehirde ciddi bir yekûn teşkil eden Yahudilerin ayrılmaz vasıfları olan fitneleri, tefecilikleri, ifsad ve sömürüleri nedeniyle yorgun.

İşte tam da böyle bir zamanda politikaya atılıyor Abdullah İbn-i Ubey bin Selül. Kurnaz bir taktik izliyor. Kendisi Hazrec`ten ama iki kabilenin savaşlarına katılmıyor ve güya savaşı önlemek için yer yer Evs`i savunuyormuş gibi gözüküyor, tarafsızlığını ilan ediyor ve ortalık biraz sakinleşince, ‘savaşa bulaşmamış temiz adam` etiketiyle sempati topluyor.

Bu arada şehrin çarşı pazar gelirini elinde tutan Yahudilerle, iyi ilişkiler kuruyor ve onların da güvenini kazanıyor. Haliyle öyle bir konuma geliyor ki, onun içinde yer almadığı ve hayır dediği bir anlaşma çoğunlukla geçersiz sayılıyor. Hatta, ikinci Akabe biatinin yapıldığını öğrenen Mekke`liler, ona bu olaydan haberinin olup olmadığını sorduklarında; “böyle bir şeyin olması çok zor, bu gibi meselelerde kavmim beni atlamaz, mutlaka bana haber verirlerdi” diyerek şaşkınlığını belirtiyor.

Olaylar hızlı gelişiyor, biat ile verilen sözlerin gereği vuku buluyor ve Peygamber Efendimiz(sav) bir anda Yahudiler hariç, tüm Yesrib`lilerin gönlünde taht kuruyor. İbn-i Selül, bir anda neye uğradığını şaşırıyor. Tarih denilen derin derenin biraz bu tarafına geçebilseydi belki, o dönemde, o civarda etkisi olan Sasani İmparatorluğunun marifetiyle darbe filan yapmayı öğreneceğinden kuşku yoktu. Ya da -ilerde girişeceği üzere- o günün realitesiyle şehirdeki Yahudi nüfuzunu kullanıp hedefine ulaşmayı deneyebilirdi. Ama dedik ya her şey hesapta olmayan bir şekilde gelişti.

Geriye tek yol kalmıştı: Rüyalarından bir an olsun silinmeyen taca, tahta, nifak yani tünel kazarak ulaşmak. Hani bu asrın demode piyesi olan, “Müslüman halkın karşısına çıkılan süre kadar Müslüman olmayı başarmak” oyununu aslında İbn-i Selül yazmıştı. Bu arada ikinci seçeneğe de odaklanıyor ve Yahudilerin taktik ve lojistik desteğiyle bir kitle oluşturmaya çalışıyordu. Peygamber Efendimiz(sav), şehre geleli henüz iki yıl geçmemişti ki, Bedir savaşı patlak verdi. İbn-i Selül, sevinçten tünelleri kapatacaktı. Hicretin ikinci yılı Ramazan ayının 17`si akşam vakitlerinde tam tahtına kurulacakken; şeytanın kulağını mahveden iftar topu gibi bir haber ulaştı Medine`ye; “İslam ordusu muzaffer Allahüekber.”

İbn-i Selül`ün payına ömrü boyunca bu hayal ve tünel müzebzebi hep peşin bir azap olarak düştü, sürekli nifak kazdı, tarla faresi gibi.

O öldü, yazdığı oyun ise çok revaçta..