• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...
SON DAKİKA

Geçen günlerde meydana gelen menfur cinayet olayından sonra idam tartışmaları gündemin üst sıralarına çıktı. Esasında tartışmaların ana kaynağını “bir fiili ne kadar ağır cezalandırırsak, o fiil o kadar az işlenir” savı oluşturmakta.

Özelikle kimi İslamcı yazar ve çizerler İslam`daki kısasa dayanarak idamın gelmesi gerektiğini vurgulu bir şekilde belirttiler. Maalesef bunlar ne Kuran`daki kısas hakkının uygulanış şartlarından ne de mevcut yargı sisteminden haberleri yok.

Öncelikle; Kuran`daki kısasa kısaca göz atarsak;

İslam fıtrat dini olduğunda Bakara Süresinin 178. ve 179.  ayetlerinde ifade edilen kısas fıtrata en uygun ve en adil cezadır. Rabbimiz kısasta hayat var derken kısasın caydırıcılığına vurgu yapıp aynı zamanda yaşam hakkının değerini de vurguluyor.

Haliyle bir Müslümanın kısası kabul edip etmemesi imanî bir husus olduğundan bu konuya detaylı girmek istemiyor. Ancak kısasın uygulanabilmesi için bir takım şartlar vardır.

İslami ceza sisteminin uygulanabilmesinin ön koşulu olarak İslami bir toplumun yapılandırılması gerekir. İnsanı suça iten etkenlerin minimize edilmesi ve adil bir yargı sisteminin kurulması gerekir.

Aksi takdirde İslam`ın öngörmüş olduğu ağır cezalar uygulanırsa adalet değil; zulüm olur. Mağduru 1 kez daha mağdur; faili de mağdur edilmiş olur.

Kısas hakkı adil bir yargılamanın olduğu hukuk devletlerinde gerçekten kendisinde hayat bulunan bir haktır. Zira kısas, suçu ne olursa olsun birinin müebbeten hapse koymaktan daha fıtri ve insani bir cezalandırmadır.

Türkiye`de yargı pratiğine baktığımızda ise;

Bu yargı sistemine idam hakkı tanımak böyle bir yetkiyi vermek başlı başına cinayettir. Cinayete şerikliktir. Elinde binlerce masumun kanını taşıyan bu devlete bu devletin yargısına bu  hakkı tanımak, zulüm üstüne zülümdür. 

Türkiye`de idam gerçekliğine ve buna bağlı istatistiklere bakarsak haklılığımız ortaya çıkar.

Gayri resmi rakamlar ve infazlar ve de İstiklal Mahkemeleri tarafından verilmiş binlerce idam hariç olmak üzere, idam cezasının yürürlükte olduğu 1920 ile 1984 yılları arasında 15`i kadın toplam 712 kişi idam edildi.

İdam edilenlerin hemen hemen hepsi siyasi saiklerle idam edildi. Sapık ruhlu tecavüzler, katiller... Neredeyse hiç idam edilmedi. Devlet kendisine düşman görmüş olduğu kişileri idam etti. Haliyle idam cezası geldiğinde devlet bunu topluma ve insanlara karşı suç işleyenlere değil; kendisine karşı suç işleyenlere uygular.

Dünyadaki idam cezasını uygulayan ülkelere baktığımızda ise;

58 ülkede halen ölüm cezası var. 98 ülke ölüm cezasını hukuken (de jure) tamamen kaldırmış, 7`si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında kaldırmış, 35`i ise fiilen (de facto) ölüm cezasını uygulamadan kaldırmış.

İdamın uygulandığı ülkelerde cinayet sayısının idamı uygulamayan Batılı ülkelerdeki cinayet sayısından daha fazladır. Bu, idam cezasının caydırıcılık özelliğinin olmamasından değil; adil bir yargılama sisteminin olmayışı ve sosyo-hukuk devleti olmayışından kaynaklanıyor.
Haliyle bir ülkede adil bir yargılama sistemi olmadıkça verilecek hiçbir cezanın caydırıcılık etkisi olmayacağı gibi cezanın diğer amaçları arasında sayılan kefaret ya da ıslah edici etkisi de yoktur.

Türkiye`deki hâlihazırdaki yargı sisteminin durumu ise içler açısıdır. Hatta bir yargıdan dahi söz edilemez.

Türk yargı sistemi insani odaklı değil; devletin ali menfaatleri üzerine odaklı bir hesap görme ve biçme aracıdır. Yargı geçmişten bu yana hep iktidarın ve otoritenin kılıcı oldu. Yargı muhalifi susturmak için iktidarın kullanmış olduğu bir baskı bir yıldırma, sindirme unsuruna dönüşmüştür.
Yapılan kamuoyu anketlerinde ise halkın yargıya güveni ise %10`lara düşmüş vaziyette.

Böyle bir yargı sistemine idamı vermek cinayete şeriklik değil midir?