Cumhuriyetin kuruluş süreci ve Şeyh Said
Türkiye’de cumhuriyet rejimini kuran kadroların temel amacı; Batı’yı örnek alan, laik, milliyetçi ve din karşıtı seküler bir anlayışı merkeze alan yeni bir sistem inşa etmekti. Bunun kolay olmayacağı biliniyordu, çünkü Türkiye halkı Müslümandı, dini değerlerine bağlıydı. Din karşıtlığına müsaade etmeyen, bu uğurda bedel ödemeyi göze alan bir halktı. Bu açıdan, milli mücadele döneminden sonra cumhuriyeti kurmaya niyetlenen kadrolar, işlerinin kolay olmadığını biliyorlardı.
O güne değin değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumu, dini söylem ve uygulamalardan tamamen arındırmak istiyorlardı. Bu hedeflerine ulaşmak için o dönemin toplum sosyolojisini iyi okumaları gerektiğinin bilincindeydiler. Bunun için gerçek niyetlerini ve gerçek hedeflerini ilk etapta gizlemeleri gerektiğini biliyorlardı. Gerçek niyetlerini, güç ve imkânları ellerine geçirinceye kadar büyük bir ustalıkla gizlemeyi başardılar.
1920’de birinci meclisin açılışında Müslüman toplumun tepkisini çekmemek için İslâmî argümanları kullanmaları, Halifeye ve İstanbul hükümetine methiyeler dizmeleri, açılışta Kur’an okutmaları, kurban kesmeleri, tarikat ehli insanları davet etmeleri gizledikleri emellerine ulaşmak için belirledikleri bir yöntemdi.
Düşünsel anlamda cumhuriyet kadrolarının fikir babası olan Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında dile getirdiği, “Milli hukukun bütün dallarını dinsel etkilerden ve din adamlarının tahakkümünden tamamıyla kurtarmak” ideali, kurmak istedikleri seküler sistemin zihin kodlarını ortaya koymaya yetiyordu.
Ellerine yetki ve güç geçtikten sonra istediklerini yapmaya başladılar. Muhalif olanları, sisteme karşı gelenleri susturdular, çeşitli baskılar uyguladılar, istiklal mahkemeleri marifetiyle haksızca idam kararları verdiler. Hedefleri, kurulacak sistemin tamamen Batıcı, dini söylem ve uygulamalardan arındırılmış, din adamlarının etkisi altında bulunmayan laik ve seküler bir rejim inşa etmekti.
1923’te ikinci meclisin açılışıyla birlikte yasal anlamda hem güç hem de çoğunluk ellerine geçti. O tarihten sonra artık güç de imkân da ellerindeydi. İstedikleri gibi bir düzen ve sitem inşa edilmeye başlandı. Basında, siyasette sesi çıkanlar susturuldu, muhalif olanlara baskılar uygulandı. Bunun için yasa ve kanunlar çıkarıldı.
4 Mart 1925’te yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn kanunu ile hükümete olağanüstü yetkiler verildi. Kanunun ilk maddesi, asıl niyeti açıklamaya yetiyordu: “İrtica ve isyana, ülkenin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini, ihlale yönelen örgüt, kışkırtma, özendirme, girişim ve yayını hükümet, cumhurbaşkanının onayı ile doğrudan yasaklamaya yetkilidir.”
Takrir-i Sükûn kanunundaki maddeler esas alınarak yerel ve ulusal onlarca gazete ve dergi kapatıldı, milli mücadele döneminde ülkenin kurtuluşunu en büyük hedef belirleyen gazeteciler İstiklal Mahkemelerinde yargılandı, kimisine hapis cezası verildi, kimisi sürgüne gönderildi. Hükümet, totaliter bir anlayışla herkesten mutlak itaat bekleyerek sistemini inşa etmeye başladı.
O dönemde yaşananlardan, hükümetin baskı ve zulümlerinden çok ciddi anlamda rahatsızlık duyanlar da vardı. Bedel ödemeyi göze alarak hükümetin İslam ve din karşıtı uygulama ve politikalarına karşı seslerini yükselttiler. İslam ve din adına bir mücadele yürütmeye başladılar. Bunların önderliğini Şeyh Said Efendi yapıyordu. Şeyh Said gelişmelerden rahatsızdı, toplumun İslam’dan uzaklaştırıldığını görüyordu. Batı uygulamalarıyla Müslüman toplum dejenere ediliyor, âdeta kültürel bir kıyımdan geçiriliyordu. Bunun için bir kıyam hareketi başlatmaya karar verdi Şeyh Said.
Kıyam parolası, “Cumhuriyeti kuranlar, dini ortadan kaldırıyorlar” şeklindeydi. Amacı dine sahip çıkmaktı, mücadelesi; bazı kesimlerin dile getirdiği etnisiteye dayalı ve kavmiyetçilik merkezli bir mücadele değildi. Dinin elden gittiğini, dini uygulamaların ortadan kaldırıldığını, medreselerin kapatıldığını, dini kuruluşların lağvedildiğini ve din adamlarına yönelik şiddetli baskı ve zulümlerin sistematik hale geldiğini gördüğü için kıyam etti.
Ancak kıyamı istediği gibi sonuçlanmadı. Kıyam neticesinde 46 dava arkadaşıyla birlikte cumhuriyet rejimin kurduğu Şark İstiklal Mahkemelerinde iftira ve yalan dolu gerekçelerle idam edildi. Şeyh Said’i idam edenler de biliyordu ki o ne İngiliz ajanıydı ne de vatan haini biriydi. O bir âlimdi, derdi ve endişesi İslam ve dindi. Gün gelecek, Şeyh Said’in mücadelesinin mahiyeti, gerçek anlamda anlaşılacaktır. Ve o gün Şeyh Said ve mensubu olduğu düşünceye düşmanlık eden karanlık zihniyet yaptıklarından utanacak ve pişmanlık duyacaktır.