Ortaçağ karanlığına özlem
Farklı zaman ve zeminlerde ‘‘ortaçağ karanlığı`` ifadesiyle sık sık karşılaşmaktayız. Üstelik bu ifade çoğu zaman yüksek eğitimli ve yüksek mevkilerdeki insanlar tarafından kullanılmaktadır. Yine geçenlerde bir zat-ı ekâbir(!), Türkiye hiçbir zaman ortaçağ karanlığına dönmeyecektir, söylemini dile getirmiştir.
Bu durumda iki soru işareti aklıma takılmaktadır. İlki sık sık ortaçağ karanlığı ifadesini diline pelesenk eden insanlarla aynı tarihi paylaşmadığımız olgusu. Zira mensubu olduğumuz bu necip ümmetin ortaçağına göz attığımızda karanlık çağ diye nitelenebilecek bir durum söz konusu olmadığı bariz bir şekilde görülmektedir.
Fakat malum şahsiyetler kendilerini Batı medeniyetinin bir parçası olarak telakki ediyorlarsa, evet, bu durumda haklılar. Çünkü Batı ortaçağı gerçekten de karanlık çağ idi.
Kilisenin dogmatik düşünce yapısı, kıtaya hâkim. Avrupa insanı; ilimden yoksun, yoksul ve yok edici durumda. Avrupaî devletler İslam dünyası karşısında peyderpey gerilemekte. Galileo, dünya dönüyor, dediği için ölümle yargılanmakta…
Yok, eğer ortaçağ karanlığı ifadesini sallayıp duranlar kendilerini köklü milletimizin birer ferdi olarak görüyorlarsa, bu durumda onlar için kullanılabilecek en hafif ifade cehalet olur. Zira İslam milletinin en aydınlık çağını, ortaçağı, karanlık diye nitelemek ya kendini bu necip milletin bir ferdi olarak görmemekle ya da cehaletle açıklanabilir.
Bilindiği gibi ortaçağ 375 Kavimler Göçü ile başlar ve 1453 İstanbul`un Fethi ile sona erer. Gelin, hayalen zaman makinesine atlayıp ortaçağ İslam tarihinde bir gezinelim:
610 yılında, yani ortaçağda, ‘‘Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku!`` ayeti ile ilk vahiy nazil olur. Peygamber-i Zişan yakın akrabalarından başlayarak İslam davetini yaymaya başlar. 632 yılında veda hutbesinde Resulullah 100.000`den fazla insana hitap eder.
640`lı yıllarda, yani ortaçağda, Hz. Ömer döneminde İslam, Arap yarımadasından taşarak Ortadoğu, Ön Asya ve Kuzey Afrika`ya hâkim olur. Henüz çeyrek asrını doldurmuş İslam dünyası, koca Sasani İmparatorluğuna son verir, Doğu Roma İmparatorluğunu Anadolu`nun iç kesimlerine çekilmeye mecbur bırakır.
710`lu yıllarda, yani ortaçağda, Ömer Bin Abdulaziz döneminde İslam tarihinin en parlak kesitlerinden birine şahit oluruz. Bu dönemde, zekât vermek için yoksul Müslüman bulunamadığı, bu nedenle ehl-i kitaba zekât verildiği rivayet edilir. Toplumunun tamamına müreffeh yaşam standartları kazandırmış, zekât alınmasına gerek olmayacak şekilde herkesin belli bir zenginlik seviyesinde olduğu zaman dilimi…
1040 yılında, yani ortaçağda, tarih sahnesinde Büyük Selçuklular boy gösterir. Nizam-ül-Mülk, Bağdat`ta dünya tarihinin ilk üniversitesi olan Nizamiye Medreselerini kurar. Daha sonra Selçuklular dörde ayrılır ki bunlardan biri de Anadolu Selçuklularıdır ve bu İslam devleti özellikle Orta ve Batı Anadolu`nun Müslümanlaşmasında kilometre taşı görevi üstlenmiştir.
1187 yılında, yani ortaçağda, Mehmet Akif`in deyimiyle “şarkın en sevgili sultanı” Selahaddin Kudüs`ü Haçlılardan kurtarır ve yedi düvele karşı İslam ümmetinin izzetini korur.
Nihayet 1299 yılında, yani ortaçağda, Söğüt-Domaniç dolaylarına bir fidan diker Osman Bey, hani bugün TRT`nin reyting şampiyonu olan Ertuğrul Bey`in oğlu. Daha sonrasında Devlet-i Ali Osmanî dediğimiz ulu çınar üç kıtaya dal budak salar. Fatih Sultan Mehmet 1453`te ortaçağı kapatıp bir döneme damgasını vurur: İstanbul fethedilir, Bizans tarihe gömülür.
Evet, ortaçağ karanlık değil, İslam ümmetinin en aydınlık çağıydı. Siyasi güç bakımından bugünlerde ABD ve Rusya ne ise ortaçağın geneli ve yeniçağ başlarında İslam dünyası o idi. Avrupa hükümdarları ancak bizim sadrazamlarımıza eşitlerdi. Esir düşen krallar bizden yardım dilerdi. Kelimenin tam anlamıyla zirvedeydik.
Bütün bunlarla birlikte şimdi sizi iki noktada düşünmeye davet ediyorum:
Bir, belki de tarihimizin en parlak, en aydınlık dönemi olan ortaçağı, karanlık çağ diye adlandırmak, şanlı tarihimize haksızlık olmaz mı?
İki, çağın Bizans ve Sasanilerini tekrar tarihe gömmek ve adaleti tesis etmek için birey ve toplum olarak neler yapmamız gerekiyor ki Rabbimiz o altın çağı tekrar yaşamayı bizlere nasip etsin?