Kehanet: Kürt meselesine dair
İki bin altı veya yedi yılıydı. O demler, Adana`da çalışıyordum. Kürtçe lafzının kullanımından bile imtina edilerek TRT kanallarının birinde haftada bir yarım saat yerel dillerde yayın yapılacağına dair bir karar alınmıştı. Bir hatırlayın, ortalık toz duman… Farklı siyasi partiler ve toplumsal kesimlerden gelen akla ziyan, gürültülü patırtılı itirazlar… Neymiş efendim, ülke bölünecek, birlik beraberliğimiz elden gidecek vs.
Bugün olduğu gibi o yıllarda da hayata dair fikriyatı olan, felsefesi olan her kesimden insanlarla tartışmayı, görüş alışverişinde bulunmayı bildik. Yeter ki yurdum insanı en marjinal fikirleri bile şiddeti başvurmadan, kavga etmeden ifade etmeyi bilsin. Hani gelişmiş ülkelerde bir partinin bölünmeyi savunmasına bile rastlarsınız, İskoç ve Katalan örneklerinde olduğu gibi mesela. Yeter ki şiddete başvurulmasın, bu suç değil.
Neyse konumuza dönelim. O dönem için Nur fraksiyonlarından bir şakirtle bu yarım saatlik yerel dil(!)de yayın meselesini tartışıyoruz. Hadi, diğer Nur gruplarını töhmet altında bırakmayalım, güncel ismiyle FETÖ`ye mensup, üstelik Adıyamanlı ve Kürt kökenli. Ama şiddetle Kürtçe yayına karşı çıkıyor. Bediüzzaman`ın : “Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz olmalı…” sözleri de para etmiyor. Arkadaşı ikna edemedim ve sözü bir kehanette bulunarak kapama durumunda kaldım:
“Bayram Hoca, Allah ömür verirse on yıl içinde ikimiz de görürüz, diye düşünüyorum. Özel kanallar 7x24 Kürtçe yayın yapacak, TRT de belki Kürtçe bir kanal açacak. Okullarda İngilizcenin yanı sıra isteyenlere Kürtçe de öğretilecek. Kürtçe yer isimleri serbest bir biçimde kullanılmaya başlanacak…”
Yıl 2017. Kâhin, müneccim falan değilim. Bayram Hoca şu an içerde mi, dışarda mı bilemiyorum. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner, demiş atalarımız. Evet, kehanet değil elbet, fakat öngörülerimizin yüzde doksanı gerçekleşti.
Ancak işin acı tarafı şu: Ne yazık ki tâ seksenli, doksanlı yıllardan günümüze değin yalnız sade vatandaşların değil, siyasi iradelerin de genellikle geleceği öngörememesi. Sıradan bir erbab-ı tefekkür olarak bizim düşünüp dillendirdiğimizi, öngörülerimizi siyaset adamlarının görmemesi veya görmek istememesi…
Hadi, siyasileri bir nebze anlayışla karşılayalım. Sonuçta sırtlarında yumurta kefesi, her seçim kavşağında oy dertleri var. Ya düşüncenin, sözün namusunu taşıması gereken aydınlara, yazarlara ne demeli? Onların bu öngörüsüzlüğünü, geleceğe dair önerilerinin olmayışını neye bağlayalım? Üzülerek ifade edeyim ki ülkemizde tefekkür ehlinin çoğu değil birkaç, belki onlarca adım siyasi iradenin gerisinde. Kalemler ele alınırken siyasilerin gölgelerinde makaleler döşeniyorsa, sivil toplumlar arka bahçelere dönüşüyorsa işimiz zor. Acı ama hatırlayın, Yasin Börü vakasını Sn. Erdoğan sahiplenmeden kaç gazeteci-yazar konuyu gündemine almıştı?
Evet, düşünen, ülkemizin geleceğine dair bir fikri, bir ideali olan insanlar, siyasetin gerisinde değil, önünde, ilerisinde olmalı. Siyasetçilere farklı bakış açıları kazandırmalı, gözden kaçırdıklarına ayna tutmalı, eksiklerine, hatalarına lisan-ı münasiple değinmeli, toplumun yarınlarına dair ufuk açıcı öngörülerde bulunmalı. Her konuda olduğu gibi Kürt meselesi konusunda da bunları yapabilmeli.
On sene önce bir kehanet, özür, öngörüde bulunmuştum. Şimdi de on sene sonrasına, 2027`ye dair bir öngörüde bulunayım mı? Yok yok, isterseniz PKK ile hiçbir ilgisi olmayan, hatta İslamcı Türk kamuoyunun, ne yazık ki sadece pragmatist bir şekilde hesaplarına geldiğinde dillendirdikleri, Yasin Börü gibi nice masum gönüllüsünü teröre kurban vermiş HÜDA PAR`ın Kürt meselesine ilişkin birkaç talebiyle yazımıza son verelim ki benim gibi Fırat`ın batısında yaşayan, masa başında çayını yudumlarken değerlendirmeler yapan Türk kamuoyu bu temel insani ve İslami hak taleplerinin Kürtlerin kahir ekseriyetinden geldiğinin idrakine varsın ve geleceğe dair daha sağlıklı öngörülerde bulunabilsin: