Hristiyan Dünya’nın Sekülerleşmesi veya Yarının İslam Tarihi
“Bu papazlar var ya bizi antik dünyadan mahrum ettiler. Dahası antik dünyadan da iyi hitap eden Endülüs’ü ayaklarının altında çiğnediler.”
Yukarıdaki sözler ateist Niçe’ye aittir.
Demek ki Batıdaki seküler ateizm durup dururken gelişmedi. Kiliseler durduk yerde yosunlu metruk mabetlere dönüşmedi. İsa(as); sebepsiz yere Sezarların muhafızına dönüşmedi, İncil’in sahifelerine oradan katedrallere kendiliğinden gömülmedi. Dahası, İsa Ruhullah, sebepsiz yere hafta içi suç ve günahları hafta sonu aklayan, zanî mücrimleri paklayan bir hijyen aracına bürünmedi…
Batıdaki bütün bu gelişmelerin öncülleri vardı.
İbrahim’in dini ve milletinin yurduna yerleşen İslam Medeniyeti; hemen akabinde “özgürlükler, bilim ve ekonomide” açık arayla dünyaya fark attı.
Başta Yahudiler olmak üzere, Batı’daki despotlardan, aşırılıklardan kaçan makul insanlar, 18. yüzyıla kadar hayallerinin diyarı olan İslam dünyasına sığınıyorlardı.
Bizans ve Roma’nın İncil ile tanışmasından sonra bağnazlık ve aşırılığın her çeşidi artık devlet eliyle din adına yapılmaktaydı.
Mabetlerde; İncil’in mazlum ve mustazaflara özgürlük vaat eden, onları da mülkün varisi kılan ayetlerinden eser yoktu. Kilise vaaz ve nasihatlerinde, despot yönetim ve kanunsuz uygulamaları yoktu. Güç ve serveti elinde bulunduranlar; din ve dindarın canına okuyor, gücüne güç, servetine servet katıyor ama canına okunan sessiz çoğunluklar, milyonlara “fakirlik ve çilenin ne menem mübarek kazanımlar olduğu anlatılıyordu. Kilisede tanrının “haksız kazanç, eşit vatandaşlık, adil paylaşım” gibi emirleri yerine her hâlükârda otoriteye itaat etmenin nasıl Allah’a yaklaştıracağı anlatılıyordu.
Bütün bunların bir sonucu olarak devlet, zenginlik ve güç kazandıkça halkın sefaleti artmaktaydı. Hak için Sal tê salê xirabtir/ Bar tê ji baran girantir. (Gelen yıl, geçenden kötü/ Her yük, diğerinden ağırdır) Yöneten ve yönetilenler arasında uçurumlar vardı. Din ve devlet adına savaşlar, yüz binleri kırıp geçen salgınlar da yüzyıllarca aynı yaraya tuz ve biber ekiyordu.
Bu devran böyle gidemezdi, bu işte bir şeyler eksik hatta yanlışlar vardı. Sessiz milyonların içindeki doğal vazifeliler diyebileceğimiz hayır ve şerre de çalışabilen yetenekli aykırı insanlar, işin hinliğinin ve cinliğinin farkına varabilecek zekâsı olan aykırı azınlık, durumdan vazife çıkararak işe başlamıştı bile.
Sorular soruyu, cevaplar tekrar soruları doğuruyordu. Şüphesiz ki bu din, halkın aradığı din değildi. Bu din esasen Hakk’ın da dini değildi. İsa, İncil, önceki Tevrat ve Zebur da bu değildi. Önceki kitap ve peygamberleri tasdik edici olarak gelecek olan Kur’an’n Ehlinin kulağı çınlasın!
Ey Âdemoğulları; Şeytan’a tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır diye sizi uyarmadım mı?” Kur’an’daki bu kadim uyarının benzeri, şüphesiz önceki kitaplarda da vardı ama Hristiyan Batı’daki sorumsuzluk, gaflet ve delalet, Şeytanî Aklın gününü doğurmuştu. Batı aydınlanması, felsefesi, sanayi devrimi, coğrafi keşiflerin tümü artık bu şeytani akla göre şekillenecekti.
Karabasan gibi Garbın Afaklarına çöken zulüm ve karanlıklardan kurtulmak isteyen Batı; artık dünya halkları için daha beter zülüm ve karanlıkların kendisi olacaktı. İncil’den seküler ateizme; İsa’dan Sezarlara hem de demokrasi sandığından çıkan tanımsız Sezarlara razı olacaktı. Bu defaki karanlığın adı üstelik Batı Aydınlanmasıydı.
Öyle bir aydınlanma ki sırf kazanmak için Hiroşima’ya atom bombası atacaktı. Öyle bir buluşma ki Amerikanın öz sahiplerinin neslini tüketecek; öyle bir tüketme ki insanını tükettiği Amerika arazilerini işlemek için koca Afrika’ya pranga takacak, zincirlerle okyanusları aşacak, aştığı okyanusların sahillerine masum cesetler vuracaktı…
Batı gerçekte mutlu olamazdı! Mutludur demek; kapitalizmin sınırsız ihtiyaçlarının dünyasında tüm ihtiyaçları karşılanmıştır demek oluyor ki bu da iftiradır. Sınırlı bir dünyada sınırsız ihtiyaçlar karşılanamaz. Hem düşünüyorum da Hiroşima gibi yüzlerce soykırımlara imza atan bir insan, ordunun fertleri ve millet; suç ve günahlarla, cinayet ve katliamlarla, kelle avcılığıyla nasıl mutlu olabilir ki! Gözyaşı, kan ve ölümlerin üzerine bina edilmiş olan bir yaşam, Ademoğluna nasıl mutluluk verebilir ki?
Kapitalist ideolojinin insanlığı taşıyabileceği en zirve yaşam şu değil mi? Paylaşımdan uzak, talan ve yalana inşa edilmiş bir yaşam; biz yerine ben… Yani İblis’in Adem’i Cennet yaşamından mahrum eden vaat ve yaşam tarzı. Üstelik seküler kapitalizmin sunduğu dinin pişmanlık ve tövbesi de yok. Çünkü bu tanrıların(!) (Para, kadın, korku, sevgi, sefahat) rahman ve rahim sıfatları da yok.
Sünnetullah’tır: “Kime uzun ömür verirsek yaratılışını tersine çeviririz; hiç akıllanmıyorlar mı?” (Yasin 68). İslam dünyası ve değerleri işte aynen bu felaketlerin sürecinden geçmektedir.
Şarkın ruh ve kalbinde duygulu, aslan yürekli insanlarız. Batı gibi ruhsuz makine gibi işleyen araç sürüsü olamayacağımıza göre aslanlar ne yapar?
Aslanlar; sürü olamaz, devlet, şehir hata köy kuramaz! Çünkü cesurdurlar! Basit bir sorundan dolayı ölesiye pençeleşir, boğuşurlar! Karşıdaki lideri hatta yavrularını kırarlar.
Peygamberlerin ekserinin bizim coğrafyamızda gelmelerinin özel bir sebebi olamaz mı? Resulullah’ın din ve devletiyle iki dünyanın kurtuluşunu isteyen Ümmet Bilenlerinin DERD ve DERSİ; Seküler sefahatin İncil, İsa ve kiliseyi esir aldığı Batı’nın dünündedir. Wesselam!