DOĞU-BATI MEKTEBİ 10 Devlet Kavramı
Irk, dil, inanç ve kültür gibi değerlerin İslam’daki dokunulmazlıklarını; Batı’daysa bu değerlere karşı faşizme kadar evrilen bir red ve inkâr sürecini anlattık. Bu değerlerin şemsiyesi ve beka meselesi olan devlet kavramının Doğu ve Batı kültürlerindeki evreleri, Doğu ve Batı kültürleri için belirleyici olacaktır.
Devlet; sınırları belli, siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğundan oluşan tüzel bir kişilik, bir siyasal yapı olan devlet; vatandaşların her çeşit güvenliği için çalışır. Bu işin sözlüklerdeki ilimsel tanımı. Bir de devlet gücünü elinde bulunduran zihniyetin -gördüğü lüzum üzere- irticalen (kayıtsız) yaptığı pratikteki tanımdır ki bunun tanımı ve sınırları değişkendir.
Doğu’da da Batı’da da devlet, her zaman tanrı veya tanrılar adına konuşmuştur. Doğu’daki devlet; güçlü ve kudretlidir. Çünkü tanrı da güçlüdür, kudretlidir ve emreder… Zaten “Şark’ı ayağa kaldıran da bilim ve felsefeden ziyade maneviyattır” (Nursî). Doğu’daki devlet yapılarına sık sık vahyin dolayısıyla da risaletin müdahalesi olmuştur. Risalet’in olmadığı dönemlerdeyse vahyin tesiri hep olagelmiştir. Esasen devletler, vahiden, ilhamlardan yetki almaktan rahatsız olmamış aksine aldıkları bu yetkiyi; güç ve kudretlerinin, bekalarının ve tartışılmaz olduklarının bir teminatı, bir senedi olarak görmüşlerdir.
Çünkü Doğu milletlerindeki inanma hissi, Batı’ya göre daha derin ve içtendir. Zaten Yaratıcı, Ehkemul Hakimîn yani “hükmedenlerin en iyi hükmedenidir” (Tin-8) ve “Şüphesiz ..adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi -bizatihi- emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve zorbalıktan da nehyeder. (Nahl-90).
İslam’daki bu devlet yapısı, sadece teoride değil, bizatihi İslam Peygamberi tarafından uygulanmış; Raşidin Halifeler tarafından da devam ettirilmiştir.
Bu devlet yapısı; Batıdaki Magna Carta (Büyük Sözleşme 1215)’dan altı asır, Fransız ihtilalinden (1789-99)’den de tam 1167 yıl önce kurulmuş halk iradesine dayalı bir devlet yapısıdır ki modern anlamdaki Cumhuriyet devlet yapılanmasının da ilk şeklidir.
Kaldı ki Büyük Sözleşme denilen Magna Carta ile İngiltere’de krallık kaldırılmamış; soylularla sarayın görüşmelerinde, kralın bazı yetkileri kısıtlanmıştır. Elbette bu sözleşmenin anlamı büyüktür ama halk iradesi için gerçekte; “Kral öldü, yaşasın yeni kral” dışında başka bir anlam oluşmamıştır. Fransız ihtilali gelince; Batı için bir anlam ifade ettiği açık ama zaten Hakk’ın hakimiyeti anlamına gelen Halk iradesini; istişare, meşveret ve biat ile yasamaya dolayısıyla yürütme ve yargıya hâkim kılan İslam’ın; “cumhur ve cumhuriyet” adına buradan alabileceği pek bir değer yoktur.
Nedeni basit: Fransız Devrimcilerin; 40 bin muhalifi giyotinden geçirmeleri, fail-i meçhul, idam ve infazlarıyla oluşturdukları algı ve korku devleti, günümüz Batı istihbaratlarının kültür ve karakteri olmuştur. Aynı değerler; Batı kültür ve medeniyetinin vadettiği özgürlük ve demokrasi adına denizaşırı diyarlara, ötekilere(!) dayatılmıştır.
İslam; devlet yapısı olarak Cumhuriyeti, yasama için seçimi (Halk iradesi), yürütme için liyakati, yargı için adaleti öngörmüş ve emretmiştir. Tabi ki bu yapıların teşekkülünde, “Kur’an ve Kur’an’ın pratiği olan Sünnete aykırı cüz, yasa hatta yönetmelik olamaz. Teori ve pratikteki İslam devleti, İslam Şeriatı, İslam Anayasası… budur.
Hakkın ve halkın menfaatini âlî tutmak; İsa(as) ve İncil’in düştüğü trajedileri yaşamama babından şunu da belirtmeliyiz: İslam devlet yapısı, Muaviye ile beraber geçirdiği operasyon ve darbeler sürecinde; öz itibarıyla İslam’a bağlı kalsa da Bizans ve Pers İmparatorluklarındaki devlet geleneğinin tesiri altına girmiştir. Çünkü bundan böyle artık Peygamber(as)’ın devlet geleneğindeki hilafet, istişare ve en tepeye ulaşabilen, sorgulayan halk kurumu; ulaşılmaz sultan halifelere, tartışılmaz kararlara ve zayıf vatandaşlar şeklinde evrilmiştir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve nihayet Osmanlıya kadar -bir şekilde- süren saltanat süreci; Osmanlının siyaset sahnesinden çekildiği 1920-24’lere kadar sürmüştür. Müslüman Halklar için sonraki süreçte gelen Cumhuriyet devlet yapılanmaları; duyguları ve inkılapçı ruhları basılmış sessiz çoğunluğa elbette çok şeyler öğretmiştir ama genel anlamda halkı Müslüman olan ülkelerdeki cumhuriyetler; tasfiye ettikleri krallık ve sultanlıkların ötesini pek bulamamıştır. Tam da bu yüzden isim değişikliğinin ötesine geçememişlerdir denebilir.
İşin daha da garibi ve acıklısı; Müslümanların Meşru Devlet yapılanmalarına, siyasal anlamda hayli güç ve kuvvet vermeleri gereken Batılı Cumhuriyetler; Müslüman ülkelerdeki halkların meşru haklarını kazanmalarının önündeki en büyük bariyeri oluşturmalarıdır.
Mesela; İran halkının despotik kadim şahlığı, İslam Cumhuriyeti’ne tebdil ederken Batı’dan savaşa varacak derecede tepkiler görmesi; Mısır’da, ihvan-ı Müslimin ve Muhammed Mursi’nin şahsında iradesini arayan halkın, canlı yayınlarda, meydanlarda taranması; Türkiye’de ezici oyla seçilen bir başbakan(Menderes)’in yürütme kadrolarıyla idamı ve sık aralıklarla gelen darbelerin Batı demokrasilerinden açıkça destek görmesi hatta Batı Devletlerinin, dışarılardaki halk iradelerine müdahale etmesi.. gibi yüzkarası ve trajik vakalar, Batı demokrasi ve meşruiyetinin durduğu karanlık ve kanunsuz konumunun açık delilidir. Kısacası, Batı’nın ezilen halklara verebileceği bir değeri yoktur.
Hasılı Müslüman milletler için ulaşılması gereken halk iradesi ve cumhuriyet devlet şeklinin ekmeli; hala mazide, Peygamberlerin mirasında ve günümüze kadar gelen Kur’an ve onun pratiği olan hadislerdedir.
Batı için özellikle de ezilen dünya halkları için ulaşılması gereken hak ve özgürlüklerin manzumesi de yine İslam’dadır ama henüz değil, bu halimizle de asla değil!
Emperyalist Batı ve Siyonist Sermaye’nin İslama verdiği tanım ve mecbur bıraktığı bir konum vardır: “Din şehid ister asuman can/ Her zaman her yerde kan! Kan! Kan!”(T. Fikret).
Bu doğru olsa da hayli eksik ve zalimce bir tanımlama ve bir buhtandır.
Görüyor ve biliyoruz: “Bu Acib Asırda, ehl-i fen ve mektep muallimleri için Asa-yı Musa; hafızlar ve hocalar için ise Zülfikar elzemdir” (Bediüzzaman) wesselam!