• DOLAR 34.658
  • EURO 36.371
  • ALTIN 2927.724
  • ...

Irk, dil, inanç ve kültür gibi değerler insanlık tarihi kadar eskidir. Âdemoğlunun Yaratıcısıyla ve birbiriyle ilişkilerinde en çok gündeme gelen; ceza ve ödül bahsinde maliyeti en ağır alan da bu değerlerdir. Kültür ve medeniyetlerin yaşam seyirleri bu değerler için getirdikleri çözüm önerilerine göre şekillenmiştir. Bu çözüm önerileri de esasen tarih boyunca vahiy ve saf aklın çatışması şeklinde olagelmiştir.     

İslam; zamanının küresel güçlerinin hükmettiği bir dünyada, beklenmedik bir yer ve zamanda küresel güçlerin tüm tez ve değerlerini işlevsiz kıldı, galip geldi. Bu galibiyet, kuvvet ve sermayeden ziyade İslam’ın sunduğu “çözüm önerilerine, güçlü tezlerine” dayanıyordu. İslam; siyasal anlamda Cumhuriyet, sosyal anlamda da eşitlik ilkesine dayalı bir birlikte yaşam felsefesini vadediyordu. Bu vaatler daha Bizans ve Pers imparatorluklarıyla fiili yüzleşme başlamadan önce Hicaz Yarımadasında uygulanmıştı. Bu uygulama; komşu imparatorlukların geniş halk kitlelerinde bir merak ve umut, saraylarda da bir endişe ve nihayet tehdit vesilesi olmuştu. Yayılan bu umut veya tehdit algısı, anormal değil, anlaşılırdı.

Örneğin “karşı cinsi olmadan bir kuş veya hayvanın tecrit edilmesi sorgulanıyor. Bir hayvana yüklenen yükün ölçüsü belirleniyor. İnsanlar; ait oldukları ırk veya bölge adıyla anılıyor...

Farklılıklar; bir üstünlük veya aşağılanma vesilesi değil, tanışmanın bir sebebi oluyordu. Selman-ı Farısî, Bilal-i Habeşî, Süheyb-i Rumî… gibi tanımlamalar, sosyal hayatta ve devlet erkanında gayet doğal ve yasal kabul görmüş bir gururun vesilesi oluyordu. Tabi ki inkılabın evvelinde bir karşı direnç elbette vardı. Bilal; “Siyah kadının oğlu” olarak anılmış; Selman; Mecusi kökeniyle algı operasyonlarına tabi tutulmuş ama bu cahili adetler, bizatihi Peygamber (as) tarafından men edilmiş; örneğin “Selman bizim ehlibeytimizdendir” denilmiştir. Kaldı ki Kuran-ı Kerim; “Atalar Dini” dediği “Cahiliye Adetleri’ni” özellikle ve hassasiyetle kınamış; kimi söylem ve davranışları da “uçurumun kenarı” olarak nitelendirmiş; “kebairden” saymıştır.

Fetih topraklarına giren güçler daima şu iki şeyi yapmıştır: Islah veya hizmet faaliyetleri. Islah; bir milletin istenmeyen inanç ve davranışlarını, istenen düzeye getirmek için çeşitli faaliyetler yapmaktır. İslam bunu yapmış mıdır? Evet. Örneğin; Mecusi İran’ın Müslümanlaşması bir ıslahtır, hizmet değildir. Bu ıslah olmasaydı, İran Mecusilikte bocalayıp cahiliye üzere yaşayan toplumlardan olurdu. Bu açıdan bakılırsa fetih bir zaruret, bu zaruret de bir hizmetti denebilir. Hizmet ise bir milletin değer yargılarına hiç karışmadan ihtiyaçlarını gidermektir. İslam; bu tür bir hizmeti de eksik saymıştır. Çünkü insan, yaratılış gayesine erdirilmesi gereken bir yüksek varlıktır ve “yaratıcısını tanıma, kul olma ve ahirete hazırlanması” için bazı zaruretleri duymak ama bunları “kabul ve red” iradesini kullanabilme tercihiyle baş başa kalması gereken bir müstesna varlıktır.

Bunun dışında; her toplum ve insanlığın olmazsa olmaz vasatı olan Irk, dil, inanç ve kültür gibi değerleri dokunulmazlığa sahiptir. İslam’ın verdiği bu dokunulmazlıklardan dolayıdır ki; Muhammed (sav)’in bizzat yapılandırdığı sosyal ve siyasal zeminde ve sonrasındaki -önemli eksikliklerine rağmen- Emevi, Abbasi; Selçuklu ve nihayet Osmanlı İmparatorluklarının son dönemlerine kadar kesret içinde vahdet, milletlerden ümmet türetilmiş; İslamiyet Şemsiyesi altında farklı inanç ve kültürler tehdit olarak algılanmamış, yaşam hakkı bulmuştur. Yüzlerce yıl İslam sınırları içinde kalan Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Hristiyanlık ve Yahudiliğin tenkile hatta te’dibe maruz kalmaması, kendi azınlık veya çoğunluğu içinde, onların yaşam felsefesi şeklinde sirayet etmesi de bunun delillerindendir.

Günümüz İslam ülkelerinde daha seçici bir tabirle Halkı Müslüman Devletler için ekmel İslami iktidarlardan bahsedemeyeceğimiz için bunların mevcut karanlık ve kanlı sayfalarının faturasını İslam’a kesmek, adil olmayacaktır. Çünkü İslam’ın kendisi de zaten mahkûmdur. Mahkûm ise çareler üretmekten mazurdur.

Halkı Müslüman Ülkelerdeki sosyal ve siyasal durumu izah etmek için artık Ümmetin Yetimlerinden bilinen Kürt ve Kürdistan’ın durumuna bakmakta fayda vardır. Gürcistan, Ermenistan ve Rusya’dakileri hariç tutarsak, dört parçaya bölünmüş Kürt Coğrafyasının tamamı, hâkim kardeş milletlerin sevk ve idaresi ve egemenliği altındadır.  Yazımızın başında İslam’ın verdiği ırk, dil, inanç ve kültür hakkının sınırlarını izah etmeye çalıştık. Her millet gibi Kürt halkının da millet olmaktan gelen hakları vardır. Özellikle de anadilde eğitim hakkı artık günümüzün olmazsa olmazlarındandır ama aynı halk, kardeş halkları yöneten zihniyetler tarafından defalarca “göç, sürgün, operasyon, suikast hatta katliamlara” maruz kalmıştır. Daha da tanımsız bir acı; aynı Kürt halkı; “Kürt Arab, Kürt Türk, Kürt Acem.. kardeştir” sloganları eşliğinde “asimilasyonlara” tabi tutulmuştur. Bu, bir insani, İslami, vicdani sorun ve sorumluktur. Bu sorumluluk, insanlık onuru ve insani değerler adına her iman ve izan sahibi kişi, kurum, kuruluş, STK gibi yapıların alnında bir kara leke, ifa edilmesi gereken bir borçtur. Çerkezlerin, Abaza, Gürcü ve adını sayamadığımız daha birçok milletin durumu da elbette aynı değerdedir.

Bu gün dünyada özellikle de İslam Dünyasında bir sorun var ve ciddi. Kimse kendini kandırmasın; din ve değerlerini de “din ve değerlere ayar vermede” kullanmasın! Bu günkü Müslüman ülkelerin ekserindeki sorunların çoğu; İslam’a, iz’an ve Kur’an’a rağmen akla ve Hakk’a inat yapılan uygulamalardır. Vahyin Anakarası’na giren, durumlardan vazife çıkaran Haçlı ve Siyonist İstihbaratların hemen hepsi; halklardan dolayı değil, iktidar ve hâkim zihniyetlerin yanlış ve adil olmayan uygulamalarından dolayı ortam buluyor. Zenginliklerimiz bu yüzden talan, umudu tüketilen kesimlerin bir kısmı bu yüzden ajan, casus veya provokatör ediliyor. Aslında bunları çözebilecek, bu yapay korkularla yüzleşebilecek birikim, tecrübe ve cesarete sahip kadrolarımız da vardır. Mesele; bu kadrolara fırsat ve zemin verip vermeyeceğimizdir.

İslam; korku üretip korkulara sığınmamızı değil, korkularımızla yüzleşmemizi emrediyor. Rabbimiz;

 "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurât:13)

"Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.. " (Hucurât 10)

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir…” (Rûm,22.)

Allah Resulü de belirtmiştir:

"Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir. " (Ebu Davud, Edeb, 111-112)/

“Yâ Resûlallah! Irkçılık nedir?” diye sorulduğunda “Zalim de olsa kendi kavmine arka çıkmandır.” Dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 111-112.)

“Yâ Resûlallah! Kişinin kendi kavmini sevmesi kabilecilik/ırkçılık sayılır mı?” diye sorulunca; “Hayır. Lâkin kabilecilik/ırkçılık, kişinin kendi kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.” demiştir. (İbn Mâce, Fiten, 7.) 

Ahirette herkes kendi dili üzere sorgulanır:

“O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde yaptıklarına dair şahitlikte bulunacaklardır”(Nur 24).

“Onu yabancı dilde bir Kur'an kılsaydık..” ayetleri de ulusların ana metin Arapçanın yanında kendi dillerinde yaşamı ve Kur’an’ı anlama haklarına değiniliyor.

Batılı milletlerin daha müreffeh yaşam, birlik ve kalıcı istikrarı konuştuğu bir zaman ve zeminde bilirim bunları konuşmanın pek yeri değil ama İslam Dünyasının tam da bu amatör konularda bocaladığı, pençeleştiği, red ve inkârlarla enerjisini tükettiği de bir hakikat. Ve hakikat buysa ve madem “Allah (da) sineğin kanadını misal vermekten çekinmez” fermanı bir gereklilik ise;

Biz de “Yaradan Rabbimizin adıyla okuyacağız; kalkıp en yakınlarımızı uyaracağız” ve “Kendini kınayan NEFS’e AND olsun ki;” mazideki birlik, istikrar ve azametimizi gün yüzüne çıkaracağız wesselam.